26 Aralık 2021 Pazar
5 Aralık 2021 Pazar
Eğitim ve Öğrenim Hakkı ve Ödevi
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası
42. Madde
II. Eğitim ve Öğrenim Hakkı ve Ödevi
Kimse,
eğitim ve öğrenim hakkından yoksun bırakılamaz.
Öğrenim
hakkının kapsamı kanunla tespit edilir ve düzenlenir.
Eğitim
ve öğretim, Atatürk ilkeleri ve inkilapları doğrultusunda, çağdaş bilim ve
eğitim esaslarına göre, devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Bu
esaslara aykırı eğitim ve öğretim yerleri açılamaz.
Eğitim
ve öğretim hürriyeti, Anayasaya sadakat borcunu ortadan kaldırmaz.
İlköğretim,
kız ve erkek bütün vatandaşlar için zorunludur ve devlet okullarında
parasızdır.
Özel
ilk ve orta dereceli okulların bağlı olduğu esaslar, devlet okulları ile
erişilmek istenen seviyeye uygun olarak, kanunla düzenlenir.
Devlet,
maddi imkanlardan yoksun başarılı öğrencilerin, öğrenimlerini sürdürebilmeleri
amacı ile burslar ve başka yollarla gerekli yardımları yapar. Devlet, durumları
sebebiyle özel eğitime ihtiyacı olanları topluma yararlı kılacak tedbirleri
alır.
Eğitim
ve öğretim kurumlarında sadece eğitim, öğretim, araştırma ve inceleme ile
ilgili faaliyetler yürütülür. Bu faaliyetler her ne suretle olursa olsun
engellenemez.
Türkçeden
başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana
dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez.
Eğitim
ve öğretim kurumlarında okutulacak yabancı diller ile yabancı dille eğitim ve
öğretim yapan okulların tabi olacağı esaslar kanunla düzenlenir.
Milletlerarası
andlaşma hükümleri saklıdır.
28 Kasım 2021 Pazar
24 Kasım 2021 Çarşamba
10 Kasım 2021 Çarşamba
Yok Saymak ???
Yok Saymak ???
§ Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün
aramızdan ayrılışının yıl dönümünde onu anmak, saygıda bulunmak her bir Türk
için çok doğaldır ve de içten gelen bir duygudur.
§ Bir tümce ile
bile olsa ATATÜRK'ü anmak, saygı göstermek tüm sosyal medyada herkesin
yaptığı çok içten bir durum olmuştur.
§ Ne yazık ki
bazılarını görüyorsunuz ki bu önemli anma gününde en ufak bir ATATÜRK paylaşımında
bulunmamaktadır.
§ Bambaşka, hiç
de gündemde bile olmayan konularda sunumlarda bulunup, dostlarından beğeniler,
güzel sözler bekliyorlar.
§ Çok önemli,
çok değerli, çok iyi yetişmiş, memleketin en iyi olanaklarını kullanarak çok
üstün eğitim almış bu tür kişileri anlamak ve onlardaki bu olumsuz ruh durumunu
kavrayabilmek çok zor...
§ Kendilerini
bir yerlere taraftar göstermek duygusu olabilir mi?
§ Ya da "kendi
kişiliğini" çok "özel göstermek" mi istemektedirler?
§ Normal bir
insanın bu tür davranışları kavraması ve kabul edebilmesi çok zor....
§ ATATÜRK'ü yok saymak
ve onu umursamamak hiç olacak bir şey midir?
§ Onun tüm kişiliğini,
başarılarını, hizmetlerini, önemini... bilmiyor olmaları asla düşünülemez.
§ Onun gücü ve
önderliği, bilgisi ve yetenekleri... sayesinde yok olmaktan kurtarılmış bir
ülkede yaşamışlar ailece, yaşıyorlar da...
§ Türkiye
Cumhuriyeti'nin tüm olanaklarını kullanabilmişler ve bugüne gelmişler, belki de
çok önemli mevkilere erişmişler, çok iyi kazanımlar elde etmişler, geniş
çevrelerce tanınıyor olmuşlar...
§ Bir mahalle
kültürünün, aidiyet duygusunun etkisi altında kalmışlar da olabilirler.
§ Buna rağmen,
hangi kişilik bozukluğu ya da ruh haline kapılabilmişler ki o büyük önderi
"yok" saymayı "matah" bir şey sanıyorlar...
§ Çok yazık!
§ Tüm
edindikleri, elde ettikleri, öğrendikleri, eğitimleri... hiç bir işe
yaramamış...
§ Nasıl bir vicdan
durumu ya da adalet anlayışıdır, diye de düşünmek olasıdır...
§ Hele bugün "emperyalist"
saldırıların, "evrensel çıkar odakları"nın yoğun bir etkisi, birçok
değerin elimizden alınmasının istendiği ve hatta devletin üniter yapısının
parçalanmasının bile planlandığı günümüzde kazanılmış tüm değerlere, ülkemizin
kuruluş değerlerine, birliğine ve güçlü olmasına katılmaları, çağdaş ve uygar
bir ülke olmaktan yana olmaları gerekmez mi?
§ Siyaset
yapmak ya da tartışmak hiç istemediğim bir durum...
§ Her şeyden
önce herkes kendisini, kendi durumunu tamamen vicdanını ve aklını kullanarak
değerlendirsin...
§ Belki büyük
bir tükenmişlikten kurtulabilirler...
§ Onlara düşman
olmak da gerekmez...
§ Onlara acımak
da olmaz...
§ Onlara hak
vermek ise hiç olmaz...
§ Yazık!
Öğretmen Gönen Çıbıkcı, MŞ.
GC-ATA-21.11.10-A
9 Kasım 2021 Salı
8 Kasım 2021 Pazartesi
Atatürk Anlaşılmalıdır?
Atatürk Anlaşılmalıdır?
Gazi
Mustafa Kemal Atatürk'ü anlamak hem çok kolaydır, hem de çok emek ister.
Her
şeyden önce dürüst olmak, çok da çalışkan olmak ister.
Onu "tarihteki
yeri ve Türkiye Cumhuriyeti'nin ulusal önderi ve kurucusu" olarak kısaca
özetleyerek anlayabiliriz.
Bu
yeterli midir?
Hayır...
Onu
anlamak için her şeyden önce:
·
Türk tarihine yaptığı katkıları,
·
savaşlarda aldığı yeri,
·
komutanlıklarını,
·
bir devlet kuran önderliğini,
·
devlet adamlığını,
·
diplomatik değerlerini,
·
düşünen ve okuryazar, entelektüel insan olmasını,
·
ileriyi görebilen bir fikir adamı olmasını,
·
anti emperyalist
özelliklerini,
·
eğitim ve kültüre olan önderliğini,
·
ekonomik ön görürlüğünü,
·
Türk tarihine bakışını ve yapılan araştırmaları,
·
devrimlerini ve temel devrimsel düşüncelerini,
·
Türk hukuk sistemine olan ön görü ve katkılarını,
·
endüstriye ve tarıma olan görüşlerini ve de bu alandaki
girişimlerini,
·
çağdaş ve uygar bir toplum oluşturmadaki gayretlerini,
·
halkın ileriye dönük kalkınmasını isterken kadın haklarına
verdiği özel önemi,
·
yurttaş olarak donanımlı, ahlaklı ve özgür bireyler istemini,
·
ülkenin tam bağımsızlık yolunda ilerlemesi gerektiğine dair ön
görü ve tutumlarını,
·
dünya ülkeleri arasında Türkiye Cumhuriyeti'ne kazandırdığı
saygın yeri,
·
halkın kul olma durumundan çıkarılıp, uygar bir ülkenin yurttaşları
olması yolundaki çabalarını,
·
onun akla ve bilimsel verilere öncülük verdiğini,
·
kendisini asla bir diktatör bir tek belirleyici olarak
görmediğini,
·
cumhuriyet derken aslında demokratik bir devlet biçimini
düşünerek gerçekçi adımlar attığını
görmeden,
anlamadan, bilmeden ve de kavramadan olmaz.
Onu
tanrısal bir varlık gibi yüceltip, gerçek değerlerinden uzakta tutmak ve sadece
methiyeler ile ona yaklaşır gibi gözükmek ise bize yakışmayan bir tutumdur.
ATATÜRK'ü anlayabilmek ve onu önemsemek, özümsemek, onu bir
önder ve yol gösterici olarak kabul edebilmek için de bizim kendimizde var
olmasını isteyeceğimiz birçok özelliğimizin olması gerekir.
Nedir
bunlar?
Hangi
özelliklere sahip olabilmeliyiz ki ATATÜRK'ü anlıyor olabilelim.
En kısa biçimi ile onda bulunan temel özelliklere sahip
olabilmeyi, ona yaklaşıyor olmayı istemeliyiz.
ATATÜRK yazdıklarında ve söylediklerinde, konuşmalarında..
kendisini çok açık ve çok yönlü anlatmıştır.
ATATÜRK yaptıklarında, girişimlerinde, başardıklarında,
yapıtlarında, ortaya çıkardıklarında, savunduklarında... çok somut olarak
gerçek varlıkları ortaya koymuştur.
Onun
yaptıklarına ve fikirlerine karşı duranlar, ona değer vermek istemeyenler
kimlerdir?
Bunu
düşündüğümüzde görülecektir ki Türk devletine, Türk halkına, ulusal kurtuluş
savaşına, emperyalizme karşı verilen mücadeleye ve girişimlere, Türk
devrimlerine, Türk kalkınmasına ve aydınlanmasına "karşı" olanlar
ATATÜRK'ü yok etmek isteyenlerdir.
Ne
zaman ki "halk" gerek toplumsal, dinsel, cinsiyetsel, ekonomik ve
sınıfsal açıdan devamlı bölünmeğe, bölüştürülmeğe çalışılıyorsa, bilin ki onlar
gerçekten Türkiye'ye de temelde karşı çıkanlardır ve yine onlar ATATÜRK'ü de
benimsemeyenlerdir.
ATATÜRK'ü
benimsemek ve onu çok
iyi anlamak için bize düşen gerekli özellikleri taşımağa çaba göstermek
olmalıdır:::::
ü
Akıldan yana, bilimden ve çağdaş uygarlık düzeninden yana olmak.
ü
Dürüst, öz güvenli ve özgür irade sahibi olmak.
ü
Güzel
bir ahlaka sahip olmak için ilkeli davranabilmek.
ü
Cesur ve yürekli olurken çok çalışkan olmayı benimsemek.
ü
Demokrasiden,
bilgiden yana olabilmek için bu konuda araştırmak, okumak.
ü
Toplumdaki sorunların çözümüne gidecek yolları bulabilmek için
eleştirel bakış açısına sahip olmak.
ü
Emekten,
üretimden ve ulusal değerlerden yana olmak.
ü
Evrensel insan haklarına kendi ülkemiz için de sahip çıkmak.
ü
Yaşam
boyu öğrenmek ve kendini geliştirmek.
ü
Boş
işlerle ve boş kişilerle zaman harcamamak.
ü
Edindiğin doğru bilgileri ve deneyimleri halkın öğrenmesine
sunabilmek.
ü
Zihin
yönetimi programlamalarına karşı uyanık olmak.
ü
İnsan değer verirken, insanın eğitimine ve terbiyesine yönelik
sağ duyulu olmak.
ü
Evimizde,
dijital arşivimizde ATATÜRK' kitapları, yapıtları, onu anlatan yazılar
bulundurup, onları genişletmek.
.......
En azından da olsa bunları önemsemek ve elde edebilmek bize
gereklidir diyebiliyor isek ATATÜRK'ü anlamak için çaba gösterdiğimize
inanabiliriz.
Bunların
çoğunu kendinde barındıramayanların ATATÜRK'e gerçekten sahip çıkabileceklerini
düşünmek biraz zorlayıcı olmaktadır.
Türkiye
Cumhuriyeti çağdaş, uygar bir demokratik hukuk devleti olmaya, bir refah toplumu
olabilmeye doğru ilerlemelidir.
Önemli olan budur ve de bu değerlere, hedeflere sahip çıkılmalıdır.
Öğretmen
Gönen Çıbıkcı, 08 kasım 2021, MŞ.
GC-M-21.11.08
7 Kasım 2021 Pazar
1 Kasım 2021 Pazartesi
Atatürk'ün Devrimleri
Atatürk'ün Devrimleri
1 - Saltanatın Kaldırılması (1 Kasım 1922)
Kurtuluş Savaşı'nın ilk yıllarında kurulan (23
Nisan 1920) Türkiye Büyük Millet Meclisi, halktan kopuk Osmanlı yönetiminin
yanında, halkın içinden seçilen temsilcileriyle; halk iradesinin gerçek
temsilcisi olmuş, iyice eskimiş ve yıpranmış kişisel saltanatsa, TBMM'yi, yani
ulusun egemenliğini tanımamasının yanı sıra, Sevr Antlaşması'nı imzalamış,
düşmanla işbirliği yapıp,çıkarttığı ayaklanmalarla Ulusal Kurtuluş Savaşı'nı
engellemeye çalışmıştı.
23 Nisan 1920'den
başlayarak ulusal egemenliğe dayalı devletin kurulmasıyla kişisel saltanata
kalkmış gözüyle bakan Mustafa Kemal, İtilaf Devletleri'nin Lozan Barış
Konferansı'na Ankara Hükümetinin yanı sıra Osmanlı Hükümeti temsilcileri de
çağırmaları üstüne, 1 Kasım 1922'de TBMM'de yaptığı konuşmada ulus'un akla
aykırı olduğunu belirterek,saltanatın kaldırılmasını istedi.
Milletvekillerinin
ateşli konuşmalarla Atatürk'ü desteklemelerinden sonra, saltanatın İstanbul'un
işgal tarihinden (16 Mart 1920) başlayarak kalkmış olduğu oybirliğiyle kabul
edildi.
Saltanatın
kaldırılmasıyla Padişahlık sıfatı kalkan Mehmet VI Vahdettin de, 17 Kasım günü
İngiliz Komutanlığına başvurarak, bir İngiliz zırhlısıyla İstanbul'dan ayrıldı.
2 - Cumhuriyetin İlanı (29 Ekim 1923)
Saltanatın kaldırılmasının ve Lozan Barış
Antlaşması'nın ardından TBMM'de en çok tartışılan konulardan biri, yeni
devletin niteliği sorunuydu.
Kendisi bir hükümet olan
TBMM'nin ayrı bir hükümeti ve bu hükümeti yönetecek bir başbakanın bulunmaması,
meclis içinden bakanların seçiminde adayların gerekli oyu sağlamakta güçlük
çekmeleri, sürekli sorunlara yol açmaktaydı.
27 Ekim 1923'te Ali
Fethi (Okyar) Bey başkanlığındaki hükümetin istifası ve Cumhuriyet Halk Partisi
grubunun yeni hükümet listesi üstünde anlaşmaya varamaması üzerine, Atatürk 28
Ekim gecesi arkadaşlarını toplayarak sorunun gerçek çözümüyle ilgili
düşüncesini açıkladı ve İsmet İnönü'yle o gece, devletin niteliğinin cumhuriyet
olduğunu saptayan bir yasa tasarısı hazırladı.
Ertesi gün TBMM, yapılan
işin;çoktan doğmuş olan çocuğun adını koymak; olduğunun milletvekillerine
açıklanmasından sonra, saat 20.30'da Anayasa değişikliğini kabul ederek
cumhuriyeti ilan etti ve oy birliğiyle alınan bu karardan sonra cumhurbaşkanı
seçimine geçerek, gene oy birliğiyle Gazi Mustafa Kemal Paşa'yı Türkiye
Cumhuriyeti'nin ilk cumhurbaşkanı olarak seçti.
3
- Halifeliğin Kaldırılması (3 Mart 1924)
Saltanatın kaldırılmasından ve Mehmet VI
Vahdettin'in İstanbul'dan ayrılmasından sonra, TBMM'nin 18 Kasım 1922'de halife
seçmiş olduğu Abdülmecit Efendi, eski rejim yanlılarının tek umudu haline
gelmiş, bundan güç alan Abdülmecit Efendi de, yeniden törenler düzenlemeye,
demeçler vermeye bazı İslam ülkelerinin kendisine bağlılık bildirmeleri
üzerine, İslam dünyasının önderi tavrı takınmaya başlamıştı.
Bu durumun yeni kurulmuş cumhuriyet yönetimi için tehlikeli olabileceğini kavrayan Atatürk, İzmir'deki ordu tatbikatları sırasında ordu komutanlarına hilafetin kaldırılması konusunda düşüncesini açıklayıp, yasanın meclis gündemine getirilmesini kararlaştırdı.
1
Mart 1924'teki bütçe görüşmelerinde halifeye ve Osmanlı hanedanına verilecek
ödenek konusunun gündeme getirilmesinden sonra, 3 Mart 1924't kabul edilen
yasayla, halifelik kaldırılıp, ilerde saltanat ve halifelik iddiasında
bulunmamaları için Osmanlı hanedanı üyelerinin de yurt dışına çıkarılmaları
kabul edildi.
4
- Medeni Kanunun Kabulü (17 Şubat 1926)
Osmanlı İmparatorluğu döneminde hukuk işleri din
kurallarına göre yönetilmekte olduğundan, çağdaş toplumlar düzeyine erişmek
isteyen Türk toplumunun temel gereksinmelerinin, söz konusu hukuk yapısıyla
karşılanamayacağı anlaşılmıştı.
Tanzimat Dönemi'nde
hazırlanan Mecelle, bazı yenilikler getirmekle birlikte, kişilerin hak ve
borçları, aile kurumu, işleyişi ve sona ermesi, mülkiyet ilişkileri, miras
sorunları, kiralama, satın alma, ödünç verme, vb. ilişkiler açısından, gerçek
bir Medeni Kanun sayılamazdı.
Bu nedenle İsviçre Medeni Kanunu örmek alınarak hazırlanan Medeni Kanun, 17 Şubat 1926'da TBMM'de kabul edilerek, yürürlüğe kondu.
Bunu, öbür temel yasalar ile, ceza hukuku
alanındaki boşlukları gideren Ceza Kanunu'nun kabul edilip (1 Mart 1926)
yürürlüğe konması izledi.
5
- Tarikatların Kaldırılması, Tekke Ve Zaviyeyerin Kapatılması (30 Kasım 1925)
Başlangıçta yalnızca din konularıyla ilgilenen,
farklı düşünce sistemleri geliştirerek taraftarlarını çoğaltmaya çalışan
tarikatlar, zaman içinde siyasal olaylarda etkili rol oynamaya, çıkarları
tehlikeye düştükçe halkı ayaklandırmaya koyulmuşlardı.
Bu etkinliklerini
cumhuriyetin ilanından sonra da sürdürmeye kalkışmaları ve Menemen Olayı, Şeyh
Sait Ayaklanması gibi şeriattan yana ayaklanmalara yol açmaları üstüne 'Türkiye
Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler memleketi olamaz.
Türkiye Cumhuriyeti her
alanda doğru yolu gösterecek, uyaracak güçtedir.
Biz uygarlığın bilim ve
fenninden güç alıyoruz ve ona göre yürüyoruz.
Başka bir şey tanımayız'
diyen Atatürk'ün sözleri ışığında harekete geçilerek, 30 Kasım 1925'te çıkarılan yasayla tekkeler ve zaviyeler kapatıldı.
6
- Laikliğin Kabulü (1928-1937)
Saltanatın kaldırılması, hilafetin kaldırılması,
Şeriye ve Evkaf Vekaleti'nin kaldırılarak yalnızca din işleriyle uğraşacak
Diyanet İşleri Başkanlığı'nın kurulması, tarikat ve zaviyelerin kapatılması
aşamalarından geçen laikliğin tam anlamıyla yasal tabana oturtulması için, 1924
Anayasası'nda yer alan Türkiye devletinin dini İslam'dır deyimini tartışmaya
koyulan TBMM, 10 Nisan 1928'de Anayasa'nın ikinci maddesini değiştirip, 16. ve
38. maddeler gereğince milletvekilleri ile cumhurbaşkanının ant içerken
söylemek zorunda oldukları vallahi sözcüğünü maddelerden çıkardı.
Ayrıca, 26. maddedeki
ahkamı şeriyenin tenfizi (şeriat hükümlerinin yürütülmesi) sözcükleri de
Anayasa'dan çıkarıldı.
İnananların ibadetlerini
kendi dilleriyle yapmalarını doğal bir hak olarak gören Mustafa Kemal'in, aydın
din adamlarıyla yaptığı görüşmelerden sonra, 3 Şubat 1928'de hutbelerin Türkçe
okunmasının kabul edilmesini, dualar ve ezanın Türkçeye çevrilmesi çalışmaları
izledi.
5 Şubat 1937'de
Anayasa'nın ikinci maddesinde laiklik ilkesine yer verilmesi ve Türkiye
Cumhuriyeti'nin laik bir devlet olduğunun yazılmasıyla, laiklik devrimi
tamamlanmış oldu.
7
- Kadın Haklarının Tanınması (1930-1933 ve 1934)
Osmanlı toplumunda hemen hiçbir toplumsal ve
siyasal hakkı bulunmayan kadınlara Medeni Kanun'la bazı haklar tanınmış olmakla
birlikte, siyasal haklar açısından bir değişiklik yapılmamıştı. Atatürk'ün
girişimiyle kadınların iktisadi ve siyasal yaşama katılmaları yönünde bir dizi
değişiklik yapılarak, 1930'da belediye seçimlerinde seçme, 1933'te çıkarılan
Köy Kanunu'yla muhtar seçme ve köy heyetine seçilme, 5 Aralık 1934'te
Anayasa'da yapılan bir değişiklikle de milletvekili seçme ve seçilme haklarının
tanınmasıyla, Türk kadını o yıllarda Avrupa devletlerinin çoğundaki kadınlardan
daha ileri haklar elde etti ve çok geçmeden toplumda erkeklerin çalıştığı her
alanda yerini aldı.
8
- Şapka Ve Kıyafet Kanunu (25 Kasım 1925)
Ülke halkını her alanda çağdaş ve uygar düzeye
çıkarabilmek için değişiklikler tasarlarken, dış görünüşüyle de bunu
vurgulaması gerektiğine inanan Mustafa Kemal'in, 25 Ağustos 1925'te
Kastamonu'ya yaptığı bir gezide başına şapka giyip, 'Buna şapka derler'; diye
halkı şapka giymeye özendirmesinden sonra, 25 Kasım 1925'te Şapka Giyilmesi
Hakkındaki Kanun çıkarılıp, dinsel giysilerle sokakta gezilmesi yasaklandı.
9
- Takvim, Saat Ve Ölçülerde Değişiklik (1925 ve 1931)
Cumhuriyet döneminden önce Batı uluslarından
ayrı takvim, saat, sayı ve ölçülerin kullanılması, hafta tatillerinin cuma günü
olması, takvimin başlangıcı olarak Hazreti Muhammed'in Mekke'den Medine'ye göç
ettiği tarih olan 622 yılının alınması (hicri takvim), sayı olarak eski
sayıları, ölçü olarak da okka, dirhem, arşın, endaze, vb. ölçülerin kullanılması,
Türk toplumu ile Batı toplumları arasındaki ilişkilerde büyük karışıklık ve
güçlüklere yol açmaktaydı.
26 Aralık 1925'te miladi
takvimin kabul edilip, alaturka saat yerine Batı'da kullanılan alafranga saatin
kabul edilmesiyle, 23 Mart 1931'de çıkarılan yasayla da gram, kilogram, ton,
metre, kilometre gibi ölçülerin benimsenmesiyle, bir yandan Batı ülkeleriyle
ilişkiler kolaylaştırılırken, bir yandan da yurdun her yerinde tutarlı bir ölçü
ve ağırlık düzeni kurulmuş oldu.
10
- Soyadı Yasasının Kabulü (21 Haziran 1934)
Soyadı bulunmamasının günlük yaşamda yarattığı güçlük
ve karışıklıkların önüne geçmek amacıyla 21 Haziran 1934'te çıkarılan yasayla,
her Türk kendine uygun bir soyadı almakla yükümlü kılındı. 24 Kasım 1934'te
çıkarılan bir yasayla da TBMM Mustafa Kemal'e Atatürk soyadını verdi.
Aynı yıl çıkarılan bir
başka yasayla ayrıcalıkları belirten eski unvanların yasaklanmasıyla,
yasalar önünde eşitlik ilkesinin gerçekleştirilmesinde önemli bir adım atılmış
oldu.
11
- Eğitim ve Öğretim Devrimi (3 Mart 1924)
Osmanlı toplumundaki medreseler ile iptidai,
rüştiye, idadi türünde okulların toplumun gereksinme duyduğu elemanları
yetiştirme açısından özellikle sayı bakımından yetersiz kaldığını gözleyen,
eğitimin önemini yaptığı konuşmalarda sık sık vurgulayan Atatürk'ün yol
göstericiliği altında TBMM, eğitim ve öğretim işlerini Milli Eğitim
Bakanlığı'na verip, 3 Mart 1924'te çıkardığı Öğretimin Birleştirilmesi
yasasıyla, mahalle mektepleri ve medreseleri kaldırdı.
Anadolu'nun çeşitli
kentlerinde meslek okulları, teknik okullar, öğretmen okulları, ortaokul ve
liseler açılırken, çıkarılan Üniversiteler Kanunu'yla Darülfünun kaldırılıp,
yerine İstanbul Üniversitesi kuruldu
12
- Harf Devrimi (1 Kasım 1928)
Öğrenilmesi son derece güç olan Arap abecesinin
okuryazar sayısının artmasını engellediğini, ayrıca Türkçe sesleri dile
getirmede güçsüz kaldığını anlayan Atatürk'ün, 1926'dan başlayarak yaptırdığı
araştırmalar sonucunda, Türkçe'nin yapısına en uygun abece olduğuna karar
verilen Latin abecesi alınıp, yeniden düzenlenerek, 1 Kasım 1928'de
çıkarılan Türk Harfleri Hakkında Kanun'la yürürlüğe kondu ve Atatürk'ün
kendisinin de katıldığı yaygınlaştırma çalışmaları sonucunda, kısa süre içinde
benimsendi.
13
- Dil Devrimi (12 Temmuz 1932)
Osmanlılar döneminde aydınların büyük ölçüde Farsça
ve Arapça sözcük ve dilbilgisi kuralı içeren Osmanlıca'yı kullanmalarından
ötürü, aydınlar ile halkın dil bakımından birbirlerinden kopmuş olmaları,
cumhuriyet öncesindeki dönemde de bazı aydınları rahatsız etmiş, Selanik'te
çıkarılan (1911) Genç Kalemler dergisinde; Yeni
Dil hareketi başlatılmış, ama dilde yabancı sözlüklerden yeterli bir arınma
sağlanamamıştı.
Türkçe'nin
özleştirilerek yeni Türk abecesiyle dünyanın en zengin dillerinden biri haline
getirilmesini amaç alan Atatürk, 12 Temmuz 1932'de, sonradan Türk Dil Kurumu
adını alan Türk Dili Tetkik Cemiyeti'ni kurdurarak, Türkçe'nin gerçek bir
bilim, edebiyat ve sanat diline dönüşmesi çalışmalarını hızlandırdı.
Saltanatın Kaldırılması
Saltanatın Kaldırılması 1 Kasım 1922 .
Dilimize Arapçadan geçmiş olan saltanat sözcüğü, Süryanice “sultana” ve
Asurca yabancı hükümdarlar için kullanılan “siltana” ile ilgili
görülmüş, İslâm’ın ilk devirlerinde halife anlayışı olduğundan “sultan”,
hükümdar değil sadece idari iktidar anlamında “bir başka valiye
bağlı olmayan vali” manasını ihtiva etmiş, muhtemelen 11. yüzyılda
Selçuklularla birlikte hükümdar karşılığı dünyevi iktidarı temsil etmek üzere
kullanılmıştır.
Nitekim Bağdat’taki Abbasi halifeliği dini-siyasi otoriteyi
temsil etmekte idi ki; Moğol istilâsı sonucu yıkılan hilâfet Mısır Memlûkları
eliyle devam ettirilmiş görünmektedir.
Osmanlı hükümdarları hakan unvanının yanı sıra sultan unvanını
da kullandılar, son zamanlarda bunun yanına bir de Mısır’dan alındığı söylenen
halife unvanını ilave ettiler.
Sultan unvanı ile dünyevi, halife unvanıyla dini otoriteyi
temsil ettiğine inanılan padişahın bu sıfatlarla bütün gücü elinde tuttuğu
bilinmektedir.
Millî Mücadele’nin zaferle sonuçlanması ve akabinde
imzalanan Mudanya Mütarekesi’nin barışa giden yolu
açması, bir yandan Ankara’da bazı çevrelerde saltanatın kaldırılacağı
endişesini yaratırken, diğer yandan Sadrazam Tevfik Paşa’nın inisiyatifi ele
almak için Ankara nezdinde girişimde bulunmasına sebep olmuştur.
İcra Vekilleri Hey’eti reisi Rauf (Orbay) Bey, endişe duyanların
başında gelmekte ve saltanatın kaldırılmayacağına dair Mustafa Kemal
Paşa’dan kişisel güvence istemekteydi.
Refet (Bele) Paşa’nın evinde Ali Fuat (Cebesoy) Paşa’nın da
katılımı ile yapılan dörtlü toplantıda Mustafa Kemal Paşa’nın saltanatın
kaldırılmasının “bugünün meselesi” olmadığı şeklindeki
açıklaması Rauf Bey’i rahatlatmıştır.
Ancak Tevfik Paşa’nın 17 Ekim 1922’de Mustafa Kemal Paşa’ya
çektiği telgrafta, Büyük Zafer’i saltanat makamı ile Babıâli’ye hayatiyet
kazandıracak bir unsur olarak girmesi, hatta Barış
Konferansı’nda
İstanbul Hükümeti’nin yanında yer almak suretiyle Ankara’nın “son görev”ini
ifa etmesini bekler vaziyette bulunması, saltanatın kaldırılmasını günün
meselesi haline getirdi.
Mustafa Kemal Paşa, Tevfik Paşa’nın telgrafına cevap niteliğinde
olmak üzere TBMM’nin İstanbul’daki siyasî temsilcisi Hamit Bey’e Bursa’dan çektiği 18 Ekim
1922 tarihli telgrafta, “…Teşkilât-ı Esasiye
Kanunu ile şekil ve mahiyeti taayyün eden
Türkiye Devletinin… mukadderatına vaziülyet… TBMM Hükümeti olduğu”nu belirterek, aynı
kanun gereğince Türkiye’yi konferansta TBMM Hükümeti’nin temsil edeceğini
bildirmiş, Hamit Bey de Gazi Paşa’nın talimatı doğrultusunda “üç günde beş
defa” Tevfik Paşa’ya tebligatta bulunmasına rağmen sonuç elde
edememiştir.
27 Ekim 1922’de İngiliz, Fransız, İtalyan temsilcileri ayrı ayrı
verdikleri şifahi notalarla İstanbul ve Ankara hükümetlerini aynı anda, 13
Kasım 1922’ de Lozan’da açılacak konferansa davet etmeleri
üzerine, 23 Ekim’de Ankara bu daveti kabul ettiğini bildirirken, aynı gün
Tevfik Paşa tarafından TBMM Başkanlığına çekilen telgrafta, birlikte katılma
önerisinde bulunuluyordu.
Tevfik Paşa’nın telgrafları, Mustafa Kemal Paşa’nın girişimleri
sonucunda Ankara’da saltanatla ilgili düşünceler önemli ölçüde değişikliğe
uğramıştır.
Mustafa Kemal Paşa, Barış Konferansı’nda ikiliği bertaraf
edebilmek için saltanatın hemen kaldırılması doğrultusunda kararını vermiş ve
bu konuda Rauf Bey ile Kâzım Karabekir Paşa’dan kararının
uygun olduğuna dair meclis kürsüsünde beyanatta bulunmalarını istemiş, bu istek
itirazsız kabul görmüş, hatta Rauf Bey daha ileri giderek bu günün bayram ilân
edilmesini önermiştir.
Sadrazamın barış konferansına birlikte katılma önerisi TBMM’de
büyük tepki ile karşılandı.
30 Ekim 1922 tarihindeki birleşimde bu konu müzakere
olundu.
Vahideddin’in ve onun
hükümetlerinin Milli Mücadeledeki olumsuz icraatından dolayı saltanat makamını
suçlandıran konuşmalar yapıldı.
Bu nedenle bazı mebuslar İstanbul Hükümeti’nin konferansa
katılma haklarının bulunmadığını söylerken, İstanbul Hükümeti’nin yok
sayılmasını ve hatta saltanatın kaldırılmasını isteyenler de olmuştur.
Aynı birleşimde saltanatın kaldırılmasına dair Dr. Rıza Nur ve arkadaşlarınca
Meclis Başkanlığına sunulan altı maddelik önerge, 131 kabul, 2 ret, 3 çekimser
oya karşılık çoğunluk sağlanamadığından işlem tamamlanamadı ve 1 Kasım Çarşamba
günü tekrar oylanmak üzere oturuma son verildi.
TBMM’nin çalışmalarına ara verdiği 31 Ekim Salı günü Müdafaa-i
Hukuk Grubu toplantısında Mustafa Kemal Paşa, saltanatın kaldırılmasının
zorunlu hale geldiğine dair açıklamada bulundu.
1 Kasım Çarşamba günkü 130. birleşimin birinci oturumunda konu
tekrar gündeme getirildi.
Dr. Rıza Nur ve arkadaşları önergelerinin altıncı maddesine
yönelik değişiklik teklifinde bulundular.
Burada hilâfetin Türklere, hususiyle Osmanlı hanedanına ait
olduğu kabul edilmiş ve halifenin ne şekilde, kim tarafından belirleneceğine
açıklık getirilmiştir.
Hüseyin Avni (Ulaş) Bey ve
arkadaşlarınca verilen 26 imzalı iki maddelik diğer bir önergede de İstanbul Hükümeti’nin
16 Mart 1920’den itibaren tarihe karıştığı vurgulanmış, fakat saltanatın
kaldırılması ile ilgili her hangi bir açıklamada bulunulmamış, dolayısıyla bu
önerge sadece İstanbul Hükümeti’ni hedef almıştır.
Mustafa Kemal Paşa her iki teklif üzerinde
yapmış olduğu uzunca konuşmasında hilâfetle saltanatın birbirinden
ayrılabileceğini, tarihten alıntılar yaparak açıklamış neticede söz konusu
tekliflerin Şer’iye, Adliye ve Kanun-ı Esasi encümenlerinden oluşan ortak
komisyona havalesi kabul olunarak birinci oturuma son verilmiştir.
Teklifler, ortak komisyonda görüşülürken, durumu yakından
izlemekte olan Mustafa Kemal Paşa, toplantı odasına girerek komisyona hitaben
yaptığı konuşmada hakimiyet ve saltanatın kuvvet ve kudretle alınabileceğini,
milletin ayaklanarak zaten bunları elde ettiğini, yapılacak işin fiili durumu
resmîleştirmekten ibaret bulunduğunu, aksi takdirde bazı kafaların kesileceğini
söylemesi üzerine aydınlanan komisyon üyeleri, bu görüşler doğrultusunda bir
karar tasarısı metni hazırlayıp meclis başkanlığına sunmuşlardır.
Genel Kurulun 130. birleşiminin ikinci oturumunda ittifakla
kabul olunan iki maddelik “TBMM’nin Hukuk-ı Hakimiyet ve Hükümranının
Mümessil-i Hakikisi Olduğuna Dair Hey’et-i Umumiye Kararı”na göre
saltanatla hilâfet birbirinden ayrılmış, saltanat kaldırılmış, hilâfetin
varlığı korunmuş, hilâfet makamının Osmanlı hanedanına ait
olduğu, ilim ve ahlâk bakımlarından hanedanın en iyi ve en olgun mensubunun bu
makama TBMM tarafından seçileceği belirtilmiştir.
Aynı kararda İstanbul Hükümeti’nin varlığına son verilmiştir.
Dursun Ali AKBULUT
https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/saltanatin-kaldirilmasi/
AYRICA BAKINIZ:
Sinan Meydan:
“Çürümüş gölge adamlar” Saltanatın Kaldırılması"
https://www.sozcu.com.tr/2021/yazarlar/sinan-meydan/curumus-golge-adamlar-saltanatin-kaldirilmasi-6740923/
TÜRKÜM DİYENE
. NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE! Bu sözden neler anlamalıyız? "Ne mutlu Türk'üm diyene!" sözü, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu...
-
Yok Saymak ??? § Gazi Mustafa Kemal Atatürk' ün aramızdan ayrılışının yıl dönümünde onu anmak, saygıda bulunmak her bir Türk iç...
-
. Atatürk'ün Türkİye İktisat Kongresİ Konuşması - Türkiye İktisat Kongresi Açış Söylevi 17 ŞUBAT 1923 ...
-
. Yurt Sever Yurttaşlık · Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunda " etken " görev üstlenmiş olan ve " ...