. Konya Nutku
Türk Aydını üzerine günümüze ışık tutan eleştiri ve
açıklamaları.
Ölümünden sonra saklanıp onunla birlikte mezara gömülmeye
çalışılan ''Konya Nutku''...
Konya
Gençleriyle Konuşma
20 Mart 1923
Türk Ocağında verilen çay ziyafetinde söylenmiştir.
"Atatürk'ün Konya Nutku:
'Anladık ki kusurumuz, kendimizi
unutmaklığımızmış!'
Atatürk'ün
çeşitli nutukları arasında en çok 1933 yılındaki Bursa Nutku öne çıkarılır.
Oysa Atatürk'ün en önemli nutuklarından biri
Konya Türkocağı'nda 20 Mart 1923'de yaptığı 'Konya Gençleriyle Konuşma'sı, Türk
aydınlarına yaptığı eleştiriler ve Müslümanlık ve diğer dinler üzerine
değerlendirmeleriyle çok daha önemli bir içeriğe sahiptir.
Saygıdeğer
gençler,
Türk Ocağı adına
hakkımda söylenen sözlerden, gösterilen sevgi ve güvenden dolayı ocak şerefli
üyelerine özellikle teşekkür ederim.
Arkadaşlar, gerçekten bu
millet asırlarca, kendi isteği aksine, milletin hedef ve yararları tersinde
yönetilmiştir. Millet, hiçbir tarih devresinde yaratılıştan sahip olduğu
yeteneği geliştirecek çalışma sahasına sahip olamamıştır.
Ve bu sahipsizlik
yüzünden birçok felâketlerin düşkünü kalmıştır.
O acı felâketler milleti
ölüme kadar götürecek durum almıştır.
Teşekküre değerdir ki,
en son ölüm darbeleri millette en hayati uyanıklıkları doğurmaya neden oldu.
Ancak üç buçuk dört
senedir milletin uyumlu çalışması sonucudur ki, millet hepimizi mutlu, dünyayı
hayrette, düşmanları dehşette bırakan zaferlere, başarılara ve Allah'ın
yardımına erişti.
Bizi kendi benliğimize
sahip yapan bu uyanmaya bize kendimizi bulduran bu gerçek uyanışa daha önce
sahip bulunsa idik, daha eskiden kendi varlığımız, kendi kurtuluşumuz, kendi
amacımız için çalışmış olsaydık, bugünkü sonuç daha parlak olur ve biz son
felâketlere düşmeyerek dünyanın en mutlu milleti olurduk.
Milletimiz en yüksek
medenileşme derecesinde, en parlak olgunluk derecesinde, en şanlı mutluluk
değerinde iken, diğer birtakım milletler ancak milletimizin darbeleri
karşısında kendi benliklerini bularak o darbeleri geçirdikten sonra bugünkü
durumlarını bulmuşlar, biz ise onlardaki uyanışa karşılık, çok derin aldanışlar
içinde koşup gelmişizdir.
Arkadaşlar, her yerde
söylüyoruz, her yerde söylüyor ve tekrar ediyoruz, milletin bugünkü zaferleri
çok parlak olmakla beraber henüz milletimizi gerçek kurtuluşa sahip
kılmamıştır.
Belki bundan sonraki
çalışmamız, zaferi elde etmede olduğu gibi aynı gayretle, aynı özveriyle
yapılacak çalışma sonucundadır ki, asıl amaca ulaşacağız.
O amaca varmak için de
her şeyden önce bizi şimdiye kadar aldanış içinde bırakan nedenleri ve
etkenleri çözümlemek, meydana çıkarmak, dile dolamak lâzımdır.
Bu gerçekleri, milletin
vicdan kulağına ulaştırmak, bu gerçekleri milletin vicdanına iyice yerleştirmek
için onları bir daha, beş daha söylemek, onları daima ve daima tekrar etmek
gerekir.
Milleti uzun yüzyıllar
aldanışta bırakan çeşitli nedenler arasında gerçek nedeni, bir kelime ile
söylemiş olmak için diyebilirim ki, bütün yoksulluklarımızın kesin nedeni
anlayış meselesidir. İnsanlar ve insanlardan oluşmuş olan toplumlar her şeyden
önce bütün bireyleriyle sağlam bir anlayışa sahip olmalıdırlar. Anlayışı zayıf,
çürük, hasta, boş olan bir toplumun bütün çalışması boşunadır.
Kabul etmek zorundayız
ki, bütün İslâm âleminin toplumlarında hep yanlış anlayışlar hüküm sürdüğü
içindir ki, doğudan batıya kadar Müslüman memleketleri düşmanların ayakları
altında çiğnenmiş ve düşmanların esaret zincirine geçmiştir.
Bu düşüncemi açıklamak
için biraz daha ayrıntı vermek isterim.
Hepinizce bilinir ki,
Cenab-ı Peygamber, Kur'an hükümlerini bildirmeye görevlendirildiği tarihte,
çevremizdeki ülkelerde çeşitli kavimler vardı. İslâm dinini bütün insanlığa
kabul ettirmek için, Allah yolunda kılıç çeken Arap savaşçıları, asırlarca
yüksek medeniyetler yaşamış milli geçmişlerine ve örf ve geleneklerine sahip
birçok kavimleri, Türkler, İranîler, Mısırlılar, Bizanslılar gibi kavimleri az
zamanda İslâmiyet dairesine aldılar.
Yine fence, bilimce ve
maddi bakımdan görüyorsunuz ki herhangi bir kavim yeni bir şekil alınca,
devleti bütün ilkeleri kabul etmekte, sindirmekte, zorluklara düşüyor. Daima
uzun bir geçmişin kendi varlığında yaşadığını görüyor. Daima yüzyıllık
medeniyetinin kendi sosyal yapısında ortaya çıkardığı âdete, inanca bağlı
kalıyor ve böyle her yeni bir şey alan kavimlerde yeniyle eskinin birbirine
karıştığını, yeni şeyin temelleriyle kendinde var olan eski ilkelerin
karıştırıldığını görüyoruz.
Bu doğal kural, İslâm'ı
kabul eden milletlerde de aynıyla meydana geldi. İslâm dininin çok yüce, çok
kıymetli ilkeler ve gerçeklerini bu milletler olduğu gibi almamakta inatçı
oldular. İslâmiyet'in ilk parlak devirlerinde geçmişin kalıntısı, ürünü olan
yanlış âdetler bir zaman için kendini göstermeye ve güç kazanmaya yetememişse
de, biraz sonra İslâm'ın gerçeklerine sarılmaktan, İslâm'ın ilkelerine
hareketlerini uydurmaktan çok, geçmişin miraslarından olan âdetleri ve
inançları, dine karıştırmaya başlamışlardır.
Bu yüzden, İslâm toplumu
içindeki birtakım kavimler İslâm oldukları halde sönmeye, yoksulluğa, yıkılmaya
uğradılar Geçmişlerinin yanlış veya batıl âdetleri ve inançlarıyla İslâmiyet'i
karıştırdıkları ve bu şekilde İslâm'ın gerçeklerinden uzaklaştıkları için
kendilerini düşmanların esiri yaptılar.
Bu İslâm kavimlerinin
içinde bizim milletimiz olan Türkler, milli gelenekleri ve milli örfleri
bakımından yalış şeylere sahip değillerdi. Türk sosyal geleneklerinin pek çoğu
İslâm'ın gerçeklerine uygun ve yakındı. Ancak Türkler bulundukları alan,
yaşadıkları yerler bakımından bir taraftan İran ve diğer taraftan Arap ve
Bizans milletleriyle ilişki içinde idiler. Şüphe yok ki ilişkilerin milletler
üzerinde etkileri görülür.
Türklerin ilişki kurduğu
milletlerin o zamanki medeniyetleri ise genişlemeye başlamıştı. Türkler bu
milletlerin yanlış âdetlerinden, kötü yanlarından etkilenmiş olmaktan kendilerini
engelleyememişlerdir. Bu durum kendilerinde karmakarışık, bilim dışı, insanlık
dışı anlayışlar doğurmaktan geri kalmamıştır.
İşte düşmemizin belli
başlı nedenlerinden birini bu nokta oluşturuyor.
Yine biliyorsunuz ki,
İslâm âlemi içindeki toplumlar ile Hıristiyan âlemi kitleleri arasında
birbirini affedilmez gören bir düşmanlık vardır. Müslümanlar, Hıristiyanların,
Hıristiyanlar Müslümanların sonsuza kadar düşmanları oldular. Birbirlerine
kâfir, tutucu gözüyle baktılar. İki dünya birbiriyle yüzyıllardan beri bu
tutuculuk ve düşmanlıkla yaşadı. Bu düşmanlığın sonucudur ki, İslâm âlemi
batının her yüz yıl farklı bir şekil ve rengi olan ilerlemelerinden uzak
kalmıştı.
Çünkü İslâm topluluğu o
gelişmelere kibirlilikle, nefretle bakıyordu, aynı zamanda iki kitle arasında
uzun yüzyıllardır devam eden düşmanlığın zorlamasıyla İslâm âlemi silâhını bir
an elinden bırakmamak zorunda bulunuyordu.
İşte, silâhla devamlı
uğraşı, düşmanlık duygularıyla batının yenilenmelerine önem vermemek,
çöküşümüzün nedenleri ve etkenlerinden bir diğer önemli nedeni oluşturur.
Bu saydığım nedenlerden
başka asıl bizim milletin, özellikle aydınlarımızın çok dikkatle, çok önemle
göz önüne alması gereken bir neden vardır ve bence bu neden şimdiye kadar
gelişemeyişimizin, en son kademede kalışımızın -unutmayalım- memleketimizin
baştan başa bir harabe oluşunun gerçek nedenidir.
Çöküşümüzün bu ana
nedenini şu nokta oluşturuyor: İslâm âlemi iki sınıf ayrı heyetlerden
oluşmuştur. Biri çoğunluğu oluşturan avam, sıradan halk kesimi, diğeri azınlığı
oluşturan aydınlar.
Bozuk anlayışlı
milletlerde büyük çoğunluk başka hedefe, aydın denen sınıf başka anlayışa
sahiptir. Bu iki sınıf arasında tam bir zıtlık, tam bir karşıtlık vardır.
Aydınlar ana kitleyi
kendi amacına ulaştırmak ister; halk kitlesi ve avam ise bu aydın sınıfına
bağlı olmak istemez. O da başka bir yol belirlemeye çalışır. Aydın sınıfı
telkinle, uyarıyla çoğunluğu kendi amacına göre razı etmeye başarılı
olamayınca, başka araçlara yönelir. Halka baskıya ve zor kullanmaya başlar;
halkı baskı altında bulundurmağa kalkar.
Artık burada incelenmesi
gereken asıl noktaya geldik. Halkı ne birinci yöntem ile ne de zorbalık ve
baskı ile kendi amacımıza sürüklemeye başarılı olamadığımızı görüyoruz; neden?
Arkadaşlar!
Bunda başarılı olmak
için aydın sınıfla halkın düşüncesi ve amacı arasında doğal bir uygunluk olması
gereklidir. Yani aydın sınıfının halka vereceği bilgiler, göstereceği ülküler,
halkın ruh ve vicdanından alınmış olmalı.
Halbuki bizde böyle mi
olmuştur. O aydınların etkileri milletimizin ruh derinliğinden alınmış ülküler
midir?
Şüphesiz hayır,
aydınlarımız içinde çok iyi düşünenler vardır. Fakat genellikle şu hatamız da
vardır ki, araştırmalarımıza temel olarak çoklukla kendi memleketimizi, kendi
tarihimizi, kendi geleneklerimizi, kendi özelliklerimizi ve ihtiyaçlarımızı
almalıyız. Aydınlarımız belki bütün dünyayı, bütün diğer milletleri tanır,
fakat kendimizi bilmeyiz.
Aydınlarımız milletimi
en mutlu millet yapayım derler. Başka milletler nasıl olmuşsa onu da aynen öyle
yapalım derler. Fakat düşünmeliyiz ki böyle bir görüş hiçbir devirde başarılı
olmuş değildir. Bir millet için mutluluk olan bir şey diğer millet için felâket
olabilir. Aynı neden ve şartlar birini mutlu ettiği halde diğerini mutsuz
edebilir. Onun için bu millete gideceği yolu gösterirken dünyanın her türlü
ilminden, keşiflerinden, gelişmelerinden yararlanalım, ancak unutmayalım ki,
asıl temeli kendi içimizden çıkarmak zorundayız.
Gençlerimiz ve
aydınlarımız ne için yürüdüklerini ve ne yapacaklarını öncelikle kendi beyinlerinde
iyice kararlaştırmalı, onları halk tarafından iyice sindirilebilir ve kabul
edilebilir bir hale getirmeli, onları ancak ondan sonra ortaya atmalıdır. Ben
çok ümitliyim ki gençlerimiz bunu yapacak derecede yetişkindir.
Biliyorum ki
ihtiyarlarımız gibi gençlerimizin de tecrübeleri vardır. Zira milletimizin
yakın yıllara ait gördüğü acı dersler, yakın yılların en yoğun olayları ile
dolu oluşu, devrimizin gençlerini eski devirlerin ihtiyarları kadar ve belki
onlardan fazla olayların şahidi, bundan dolayı gençlerimizi ihtiyarlar kadar
tecrübe sahibi yaptı.
Herhangi gencimiz
yaşadığı devrin belki üç katı oranında olaylara şahit olduğu için her gencimiz
üç katı yaş sahibi sayılabilir, onları da ihtiyarlar gibi tecrübeli kabul
edebiliriz. Gençlerimizin gördükleri bu tecrübelerden yararlanarak çalışan,
memlekete hizmetçi ve iman gayretiyle donanmış olarak görevlerini hakkıyla
yapacaklarına eminim.
Arkadaşlar!
Bizim halkımız çok temiz
kalpli, çok asîl ruhlu, ilerlemeye çok yetenekli bir halktır. Bu halk, eğer bir
defa karşısındakilerin içtenlikle kendilerine yardımcı olduklarına inanırsa her
türlü hareketi derhal kabule hazırdır. Bunun için gençlerin her şeyden önce
millete güven vermesi lâzımdır.
Bunun için ülkümüzü
açıklıkla ifade etmeliyiz. Onu imanla duymalı ve onu hiç yılmadan takip
etmeliyiz. Kişisel çıkarlarımızdan, alçak emellerimizden vazgeçmemiz ancak
böyle canlı ve alevli ülkü ile başarılacaktır. Gençlerin kardeşleriyle,
babalariyle, tecrübeli ihtiyarlariyle, İslâmiyet'in ruhunu bilen gerçek şerefli
bilginleriyle beraber çalışmasında başarıya sahip olacağı muhakkaktır.
Fakat bütün iyi niyete,
gösterilen bütün sabıra, kararlılığa ve dayanıklılığa, gösterilen bütün birlik
ve dayanışmaya rağmen yine en güzel, en yanılmayan, en doğru düşünceleri ve
ülküleri bozmağa çalışacak insanlara rastlanılacaktır. Öylelerine karşı bütün
millet fertleri çok şiddetli karşılık vermelidir. Hepimiz için öylelerine karşı
ezici bir birlik kitlesi olarak ortaya çıkmamız en gerekli bir vicdan
görevimizdir.
Zira bu konuda
bozgunculuk yapacak insanlara hoşgörü göstermek, büyüklük göstermek terbiye eseri
değil, belki bir milletin mutluluğuna şerefine, namusuna göz dikmiş insanlara
hoş görüdür ki, hiçbir vakit, hiçbir birey buna izin veremez. Hiç kimse buna
izin vermek hakkına sahip değildir ve siz de olmamalısınız.
Arkadaşlar
Bir milletin namuslu bir
varlık, saygıya değer bir mevki sahibi olması için, o milletin yalnız âlim ve
fen bilgini bulunması yeterli değildir. Her ilmin, her şeyin üstünde bir
niteliğe sahip olması lâzımdır ki, o da o milletin belli ve olumlu bir
karaktere sahip bulunmasıdır. Böyle bir kişiliğe sahip olmayan fertler ve böyle
fertlerden oluşmuş milletler hiç bir dakika gerçek bir devlet oluşturamazlar.
Böyle milletler, birer bozguncu ocağı olurlar.
Benim bildiğime göre
memleketimizde çok yıllardan beri açılmış ve hâlâ kutsal ateşlerle yanan ve
alevi her taraftar olanın kalp ve vicdanını aydın kılan Türk Ocaklarının temel
amacı millete böyle olumlu bir huy vermektir. Türk Ocakları milletin kültürü
üzerinde önemli etkiler yapmalıdır. Zaten bunu yapıyorlar ve daha fazla
yapacaklardır.
Biz milliyet fikirlerini
uygulamakta çok gecikmiş ve çok ilgisizlik göstermiş bir milletiz. Bunun
zararlarını fazla çalışmayla gidermeye çalışmalıyız. Bilirsiniz ki, milliyet
görüşünü, millet ülküsünü dağıtmaya çalışan teorilerin dünya üzerinde uygulama
kabiliyeti bulunamamıştır. Çünkü, tarih, olaylar ve görünenler hep insanlar ve
milletler arasında, hep milliyetin hâkim olduğunu göstermiştir ve milliyet
prensibi aleyhindeki büyük ölçüde fiili tecrübelere rağmen yine milliyet
hissinin öldürülemediği ve yine kuvvetle yaşadığı görülmektedir.
En çok bizim milletimiz,
milliyetinden habersiz oluşunun çok acı ve cezalarını gördü. Osmanlı
İmparatorluğu içerisindeki çeşitli kavimler hep milli inançlarına sarılarak,
milliyet ülküsünün kuvvetiyle kendilerini kurtardılar. Biz ne olduğumuzu
onlardan ayrı ve onlara yabancı bir millet olduğumuzu sopa ile içlerinden
kovulunca anladık. Kuvvetimizin zayıflığa uğradığı anda bizi küçük gördüler.
Anladık ki, kusurumuz kendimizi unutmaklığımızmış.
Dünyanın bize saygı
göstermesini istiyorsak öncelikle biz, kendi benliğimize ve milliyetimize bu
saygıyı hissen, fikren, fiilen bütün çalışma ve hareketlerimizle gösterelim;
bilelim ki milli benliğini bulmayan milletler başka milletlerin avıdır.
Milli varlığımıza düşman
olanlarla dost olmayalım. Böylelerine karşı bir Türk şairinin dediği gibi,
(Karşı duvardaki levhayı
işaret ederek) "Türküm ve düşmanım sana, kalsam da bir kişi"
diyelim.
Düşmanlarımıza bu
gerçeği ifade ettiğimiz gün, inancımıza, ülkümüze, geleceğimize yan bakan her
ferdi düşman kabul ettiğimiz gün, milli benliğe uzanacak her eli şiddetle
kırdığımız, milletin önüne dikilecek her engeli derhal devirdiğimiz gün, gerçek
kurtuluşa ulaşacağız. Ve sizler gibi aydın, kararlı, imanlı gençler sayesinde
bu kurtuluşa ulaşacağımıza emin olabiliriz.
(Türk Ocağı üyelerinden
Operatör Eyüb Sabri'nin "Milletimizin
inkılâbına muhalefet eden ve kendisini din uyarıcılığıyla sorumlu kabul eden
bir sınıf var, bu sınıfa karşı ne gibi önlemler alınmıştır?" sorusu
üzerine Mustafa Kemal ayağa kalkarak sözüne tekrar başlamıştır.)
Bu soruyu soran
arkadaşımızı, izinleriyle bir noktada eleştireceğim. Soruları önemlidir. Ancak
açıklığa sahip değildir. Öncelikle soruyorum.
Bu soruyu sorarken bu
gizlilik bulutlarına ne gerek vardı. Bu meseleden bahsederken gizliliğe gerek
nedir? Biz bir şeyi vicdanen iyi yaptığımıza, sözlerimizin gerçek olduğuna
inanmış isek ondan olduğu gibi açık, net kararsızlık ve gizlilikten temizlenmiş
olarak bahsetmeliyiz!
Ben kendilerinin
sorusunu açıklayayım: Buyurdular ki bu millet gerçekten her şeye yeteneklidir,
fakat bazı insanlar vardır ki gerçeği anlayacak kadar olgun değildir.
Bu nedenle, halkın saf
durumundan yararlanarak, halka zararlı fikirler vererek, halk için bozguncu
olarak kalabilirler. Bunlara karşı önlem var mıdır? Eğer soru böyle sorulsa
idi, işte burada hazırda bulunanlar içinde çeşitli mesleklerde bulunan
arkadaşlar var, asker var, tüccar var, bilginler var, diğer mesleklerden ve
sınıflardan kişiler var. Şüphesiz hepimiz aynı inançta olduğumuzu söylerdik.
Her şeyden önce şunu en
basit bir dini gerçek olarak bilelim ki bizim dinimizde özel bir sınıf yoktur.
Ruhbaniyeti reddeden bu din, tekelciliği kabul etmez.
O halde biz diyemeyiz ki
bizde özel bir sınıf vardır, diğerleri dinen aydınlatma hakkından mahrumdur.
Böyle kabul edersek kabahat bizde, bizim bilgisizliğimizdedir.
Hoca olmak için, yani
dini gerçekleri halka telkin etmek için, mutlaka ilmi elbise şart değildir.
Bizim yüce dinimiz her erkek ve kadın Müslümana, toplum sorunlarını araştırmayı
farz kılıyor ve bunlar toplumu aydınlatma ile sorumludurlar.
Efendiler!
Bir fikri daha düzeltmek
isterim. Milletimizin içinde gerçek âlimler, âlimlerimiz içinde milletimizin
halkıyla övünebileceği bilginler vardır.
Fakat bunlara karşı ilmi
elbise altında ilmin gerçeğinden uzak, gereği kadar öğrenim görememiş, ilim
yolunda gereği kadar ilerleyememiş hoca kıyafetli cahiller de vardır. Bunların
ikisini birbirine karıştırmamalıyız.
Seyahatlerimde birçok
gerçek aydınlarımızla görüştüm. Onları en yeni ilmî terbiye almış, sanki Avrupa'da
eğitim görmüş bir seviyede gördüm. Şüphesiz ki bu gibi aydınlarımızın
karşısında imansız ve hain bilginler de vardır, ancak bunları onlara
karıştırmak doğru olmaz.
Efendiler!
Gerçek bilginler ile
dine zararlı olan bilginlerin birbirine karıştırılması Emeviler zamanında
başlamıştır.
Hazreti Peygamberin
yaşadığı mutlu zamanlarında (asr-ı saadet), Peygamberimizin ölümünden sonra
Dört Halife hazretlerinin zamanlarında, hep doğrudan doğruya Hazreti
Peygamberin uyarısıyla İslâm olan Dört Halifenin aydınlatmasıyla kurtulan ümmet
kitlesi arasında gerçek temizlik, kalpten saygı, yüce bir bağ vardı.
Ne zaman ki Muaviye ile
Hazreti Ali karşı karşıya geldiler, Sıffîn olayında Muaviye'nin askerleri
Kur'an-ı Kerimi mızraklarına diktiler ve Hazreti Ali'nin ordusunda bu şekilde
kararsızlık ve zayıflık meydana getirdiler.
İşte o zaman dine
fesatlık, Müslümanlar arasına nefret girdi ve o zaman hak olan Kur'an,
haksızlığı kabule alet yapıldı.
En zorba hükümdarlardan
olan Muaviye'nin nasıl bir aldatma sonucunda halifelik sıfatını da takındığını
biliyorsunuz. Ondan sonra bütün baskıcı hükümdarlar hep dini âlet edindiler;
tutku ve baskılarını kabul ettirmek için hep âlimler sınıfına başvurdular.
Gerçek bilginler, dini
bütün bilginler, hiçbir zaman bu zorba hükümdarlara boyun eğmediler. Onların
emirlerini dinlemediler, tehditlerinden korkmadılar. Bu gibi bilginler kamçılar
altında döğüldü, memleketlerinden sürüldü, zindanlarda çürütüldü,
darağaçlarında asıldı.
Ancak onlar yine o
hükümdarların keyfine dini âlet yapmadılar.
Fakat gerçekte bilgin
olmamakla beraber, sırf o elbisenin içinde bulundukları için bilgin sanılan,
çıkarına düşkün hırslı ve imansız birtakım hocalar da vardı. Hükümdarlar işte
bunları ele aldılar ve işte bunlar, dine uygundur diye fetvalar verdiler.
Gerektikçe yanlış
hadisler bile uydurmaktan çekinmediler. İşte o tarihten beri saltanat tahtında
oturan, saraylarda yaşayan, kendilerine halife adı veren zorba hükümdarlar, bu
gibi hoca kıyafetli dilencilere değer verip, onları korudular. Gerçek ve
inançlı bilginler her zaman ve her devirde onların nefret ettikleri oldu.
Üç buçuk dört yıl
öncesine kadar, sağ olan Osmanlı hükümdarları da aynı şeyleri yapmışlar, aynı
hilelerden yararlanmışlardı.
Osmanlı tarihinden bu
konuda uzun örnekler söylemeye gerek yok, son Osmanlı hükümdarı Vahdettin'in
hareketleri gözünüzün önündedir. Onun emriyledir ki bile bile ölüme götürülen
milleti kurtarmak isteyenler âsi ilân edildi. Onun emriyle millet ve vatanı
kurtarmak için kan döken aziz ordumuzun âsiler sürüsü olduğuna dair fetvalar veren
bilgin kıyafetli kimseler çıktı.
Onlar bu fetvaları Yunan
tayyarecileriyle ordumuzun içine atıyorlardı. İşte bu noktada soruyu soran
arkadaşımıza yerden göğe kadar hak veririm.
Bilginler içinde böyle
hainleri koruyan, kötü hareketlerini şeriata uygulayan, din elbisesi ve şeriat
sözleriyle milleti alçaltan ve aldatan bilginlerin -onlar için bu sözü
kullanmak istemem- böyle kötülüğe âlet olan insanların yüzündendir ki, dört
halifeden sonra din daima siyaset aracı, çıkar aracı, baskı aracı yapıldı.
Bu durum Osmanlı
tarihinde böyle idi. Abbasiler, Emeviler zamanında böyle idi. Fakat şurayı
dikkatlerinize sunarım ki böyle âdi ve sefil hilelerle hükümdarlık yapan
halifeler ve onlara dini âlet yapmaya alçalan sahte ve imansız bilginler,
tarihte daima rezil olmuşlar ve daima cezalarını görmüşlerdir.
Abbasi halifelerinin
sonuncusu biliyorsunuz ki bir Türk tarafından parçalanmıştı.
Dini kendi tutkularına
âlet yapan hükümdarlar ve onlara rehberlik eden hoca adlı hainler hep bu sona
uğramışlardır. Böyle yapan halifelerin ve bilginlerin arzularında başarılı
olamadıklarını tarih bize sonsuz örneklerle açıklayıp, ispat etmektedir.
Artık bu milletin ne
öyle hükümdarlar, ne öyle bilginler görmeye dayanacak gücü ve imkanı yoktur.
Artık kimse öyle hoca kıyafetli sahte bilginlerin yalanına önem verecek
değildir.
En cahil olanlar bile o
gibi adamların kimliğini pek iyi anlamaktadır. Fakat bu konuda tam bir güven
sahibi olmaklığımız için bu uyanışı, bu açık gözlülüğü, onlara karşı, bu
nefreti, gerçek kurtuluş anına kadar bütün kuvvetiyle hatta artan bir
kararlılıkla korumalı ve devam ettirmeliyiz.
Eğer onlara karşı benden
bir şey anlamak isterseniz, derim ki ben kendim onların düşmanıyım. Onların
olumsuz yönde atacakları bir adım, yalnız benim imanıma değil, yalnız benim
amacıma değil, o adım benim milletimin hayatiyle ilgili, o adım milletimin
hayatına karşı kasıt, o adım milletimin kalbine havale edilmiş zehirli bir
hançerdir.
Benim ve benimle aynı
fikirde olan arkadaşlarımın yapacağı şey mutlaka ve mutlaka o adımı atanı
tepelemektir.
Şüphe yok ki arkadaşlar,
millet birçok fedakarlık, birçok kan bahasına, en sonunda elde ettiği yaşama
esasına kimseyi tecavüz ettirmeyecektir. Bugünkü hükümetin, meclisin,
kanunların, Anayasanın içeriği ve anlamı hep bundan ibarettir.
Sizlere bunun da üstünde
bir söz söyleyeyim:
- Varsayalım eğer bunu
sağlayacak kanunlar olmasa, bunu sağlayacak meclis olmasa, öyle olumsuz adım
atanlar karşısında herkes çekilse ve ben kendi başıma yalnız kalsam, yine
tepeler ve yine öldürürüm.
Mustafa Kemal Atatürk
(Hâkimiyeti
Milliye, 26.3.1923)
KAYNAK:
T.C. Atatürk Kültür, Dil ve
Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı
https://www.guncelmeydan.com/pano/mustafa-kemal-ataturk-un-konya-nutku-t19090.html