- ATATÜRK İLKELERİ
1 —
Cumhuriyetçilik
2 — Milliyetçilik
3 — Halkçılık
4 — Devletçilik
5 — Laiklik
6 — İnkılâpçılık
Bütün bunlar birer temel düşünce veya
ilkelerdir.
Her ilke birer amacı veya hedefi
belirlemektedir.
İlkeler arasında son derece hassas bir denge
mevcuttur.
Şimdi bu açıklamalardan sonra yukarıda
değindiğimiz sıralanış şekli ile bu ilkeleri ayrı ayrı ele alarak genel
çizgilerle değerlendirmek istiyoruz.
Ancak bu değerlendirmede esas kaynağımız
bizzat Atatürk’ün yaptıkları açıklamalar olacaktır.
1 —
CUMHURİYETÇİLİK
Atatürk İnkılâbı’nda Cumhuriyetçilik ana ilke ve esas
değerdir.
Çünkü Cumhuriyet, Atatürk İnkılâbı’nın bütün
verimlerini temsil eden bir devlet ve hükümet şekli olarak değiştirilemez bir
cevherdir.
Bu ilke yeni Türkiye Devleti’nin temelidir.
Bu yüzden 1924’lerden itibaren Türkiye
Cumhuriyeti anayasalarında, meclislerce değiştirilmesi teklif bile edilemeyecek
bir ana kuruluş değeri ile korunmuş ve yerleşmiştir.
Bu niteliği ile Cumhuriyet, devlet düzen ve
yönetiminde şahsilik ve keyfiliğin hâkim olmasını önleyen en sağlam teminattır.
Ayrıca Türkiye’de siyasal iktidarların el
değişmesi ve dağılması bakımından sosyal yapı üzerine en kuvvetli şekilde etki
yapan Atatürk ilkelerinden en önde gelenidir.
Nitekim Atatürk’ün bütün konuşmalarından
açık bir şekilde anlaşılacağı üzere Cumhuriyet, demokratik parlamenter
düzendir.
Şu kadar ki; Atatürk’ün bu ilke ile
amaçladığı düzen, her yönüyle çağdaş bir Türkiye yaratmak için seçilmiş bir
yol, bir sistemdir.
Ancak şu unutulmamalıdır ki, Cumhuriyetçilik
ilkesini halkçılık ve milletçilikten soyutlamaya imkân yoktur.
Zira Cumhuriyetçilik gerçek mana ve
hüviyetini bunlar sayesinde kazanmaktadır.
Şu halde diyebiliriz ki, Cumhuriyetçilik,
Milliyetçilik ve Halkçılık bir başka deyişle millet olma, demokratik bir
idareye kavuşma gayretleri ve ilkeleri birbirinden ayrılamaz bir bütündür.
Burada onun cumhuriyet ve demokrasi üzerine
olan düşüncelerini biraz daha açarak Cumhuriyetçilik ilkesini izaha
çalışacağız.
Onun devlet ve rejim çeşitleri üzerinde araştırma
ve değerlendirmeler yaptığını bilmekteyiz. Ölümsüz Önder egemenlik ilkesi
hakkındaki fikirlerini açıklarken diyor ki;
“Çağımızda, bu esas teşkilatın dayandığı,
anane haline gelmiş bir takım temel ilkeler vardır. Demokrasi ilkesi
(Halkçılık).
Bu ilkeye göre irade ve egemenlik milletin
bütününe aittir ve ait olmalıdır. Demokrasi ilkesi millî egemenlik şekline
dönüşmüştür.
— Temsilî hükümet ilkesi, bu ilke, millî
egemenliğin uygulanması ve yürütülmesini düzenler.
— Devletin esas teşkilatını saptayan
kanunun, diğer kanunlara üstünlüğü ilkesi. Bu ilke çağdaş esas teşkilatta,
kanuniliğin ve adlî kararlılık ve yerleşmenin doğurucusudur.
Bu saydığımız ilkeler, demokrasi ilkesinin
binası gibi görülür.
Gerçekten de demokrasi ilkesi, uygulamadaki
değerini, ancak bu ilkeler sayesinde kazanır”.
Bundan sonra, hâkimiyet İlkesini daha
genişçe incelemeye önem veren Atatürk, devlet şekillerinden “monarşi, oligarşi
ve demokrasi” (Halkçılık) başlıkları altında düşüncelerini belirtmekte ve
“Demokrasi ilkesinin en çağdaş ve mantıkî
uygulanmasını sağlayan hükümet şekli Cumhuriyettir…
Millet, egemenliğini, devlet yönetimine
katılmasını, ancak zamanında oyunu kullanmakla temin eder”
demektedir.
İşte bu nedenledir ki, Atatürk’ün milli
egemenlik ve halkçılık kavramı ile bağlantılı olan Cumhuriyetçilik ilkesini
Türk siyasal hayatında demokrasiye yöneliş ve hazırlanışın bir işareti saymak
gerekir.
Şimdi niçin Cumhuriyet sorusunu, Atatürk’ün
bizzat kendi söylevlerinden aldığımız parçalarla cevaplamaya çalışalım :
“Cumhuriyet ahlâkî fazilete dayanan bir
idaredir. Cumhuriyet fazilettir. Sultanlık korku ve tehdide dayanan bir
idaredir. Cumhuriyet idaresi faziletli ve namuslu insanlar yetiştirir.
Sultanlık, korkuya ve tehdide dayandığı için
korkak, alçak, sefil ve rezil insanlar yetiştirir. Aradaki fark bunlardan
ibarettir.”
“Türk milletinin tabiat ve adetlerine en
uygun idare Cumhuriyet idaresidir.”
“Cumhuriyet idaresini, Cumhuriyetten söz
etmeksizin millî hâkimiyet esasları içinde her an Cumhuriyet’e doğru yürüyen
şekilde toplamağa çalışıyorduk.”
“Hâkimiyet kayıtsız şartsız
milletindir. İcra kuvveti, teşriî selahiyeti milletin yegane mümessili
olan Mecliste tecelli etmiş ve toplanmıştır. Bu iki kelimeyi bir
kelime İle özetlemek mümkündür. Cumhuriyet”.
“Cumhuriyet rejimi demek demokrasi sistemi
ile devlet şekli demektir. Biz Cumhuriyeti kurduk, Cumhuriyet 10 yaşını
doldururken demokrasinin bütün icaplarını sırası geldikçe koymalıdır” diyordu.
Yine bir başka söylevlerinde de
“Hiçbir zaman hatırınızdan çıkmasın ki
Cumhuriyet, sizden, fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller ister”
diyerek Cumhuriyetin kesin emrini açıklarken
“Benim için bir taraflık vardır: Bir
tarafım. O da Cumhuriyet taraflılığı fikrî ve sosyal inkılâp taraflılığı. Bu
noktada Yeni Türkiye topluluğunda bir ferdi hariç düşünmek istemiyorum.”
Öz deyişiyle Cumhuriyetçilere bir tek yolun
varlığını kesin direktif olarak iletmekte idi.
2 — MİLLİYETÇİLİK
Milliyetçilik ilkesi, Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyeti ilelebet yaşayacaktır” diyerek
ebediliğini dilediği ve bir demecinde müjdelediği Cumhuriyetçi devlet yapısını
koruyacak olan toplumun siyasî birlik şuuruna kavuşmuş pekişik bir bütün olması
amacına yönelmiştir.
Bu ilke Milli Mücadele’nin çıkış noktasını
teşkil etmiş ve bütün esir milletlerin kurtuluş ve kalkınma hareketlerine ışık
tutmuştur.
Bilindiği üzere millet, milliyet ve
milliyetçilik türlü düşünce akımlarına veya bilimsel esaslara göre farklı
şekilde tanımlanmıştır.
Ancak biz burada Atatürk’ün millet,
milliyet, milliyetçilik tariflerini ele alarak, Atatürk Milliyetçiliği’ne
gelmek istiyoruz.
Ulu Önder milleti 1922’de
- “İtiraf edelim ki, biz üç buçuk sene
evveline kadar cemaat halinde yaşıyorduk. Bizi istedikleri gibi idare
ediyorlardı. Cihan bizi temsil edenlere göre tanıyordu. Üç buçuk senedir tamamen
mîllet olarak yaşıyoruz” diyerek, büyük olguyu açık bir şekilde dile
getirmiştir.
Atatürk, “Türkiye
Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir”, “Türkiye halkı, ırken veya dinen veya harsen
birleşik ve yekdiğerine karşı hürmet ve fedakârlık hisleriyle dolu ve
mukadderat ve menfaatleri ortak olan bir toplumsal hey’ettir” diye tarif etmektedir.
Atatürk, milliyet düşüncesinin varlığını
“Milliyet nazariyesini, millet mefkuresini
yok etmeğe çalışan nazariyatın dünya üzerinde tatbik kabiliyeti bulunamamıştır.
Çünkü tarih, vukuat, hadiseler ve müşahadeler hep insanlar ve milletler
arasında, hep milliyetin hâkim olduğunu göstermiştir ve milliyet prensibi
aleyhindeki büyük mikyasda fiili tecrübelere rağmen yine milliyet hissinin
öldürülemediği ve yine kuvvetle yaşadığı görülmektedir” diyerek dile getirmekte, milliyetin gerçekliğini vurgulamakta ve bir
başka söylevinde de
- “Biz milliyet fikirlerini tatbikte çok
gecikmiş ve çok gevşeklik göstermiş bir milletiz. Bunun zararlarını fazla
faaliyetle gidermeğe çalışmalıyız…
Bu hususta bizim milletimiz, milliyetinden
anlamamazlık edişinin çok acı cezalarını gördü… Anladık ki, kabahatimiz
kendimizi unutmaklığımızmış. Dünyanın bize hürmet göstermesini istiyorsak
evvelâ biz, kendi benliğimize ve milliyetimize bu hürmeti hisseden, fikren,
fiilen bütün tavır ve harekâtımızla gösterelim. Bilelim ki, millî benliğini
bulamayan milletler başka milletlerin avıdır” demektedir.
Milliyetçiliğin tarifi ise, Atatürk
tarafından “Türk milliyetçiliği, ilerleme ve gelişme yolunda
ve milletlerarası temas ve münasebetlerde, bütün çağdaş milletlere paralel ve
onlarla dengeli bir şekilde birlikte, Türk toplumunun özel karakterlerini ve
başlı başına bağımsız kimliğini saklı tutmaktır” şeklinde
yapılmaktadır.
Bir diğer söylevinde de “Gerçi bize milliyetçi derler; ama biz öyle milliyetçileriz ki, bizimle
işbirliği eden bütün milletlere saygı ve uyum gösteririz. Onların
milliyetlerinin bütün gerçeklerini tanırız. Bizim milliyetçiliğimiz herhalde
bencilce ve mağrurca bir milliyetçilik değildir” diyen Atatürk bir başka
konuşmasında “biz doğrudan doğruya milletseveriz ve Türk milliyetçisiyiz.
Cumhuriyetimizin dayanağı Türk topluluğudur” şeklindeki
beyanları ile de milliyetçilik, cumhuriyetçilik ve halk bütünleşmesini
yapmaktadır.
Bu görüşlerin ışığı altında diyebiliriz ki,
Atatürk Milliyetçiliği’nin temel taşlarından ilki bağımsızlıktır.
Çünkü, O “Hürriyet ve
İstiklâl benim karekterimdir” diyordu.
Bunun yanında Milli Hâkimiyet gelmektedir.
Atatürk bunu “Hakimiyet-i
Milliye uğruna canımı vermek benim için vicdan ve namus borcu olsun” sözleri ile en güzel şekilde ifade etmekte idi. Bir diğer özelliği,
milli birlik ve beraberliğe daha açık deyişle bütünleştiriciliğe önemli yer
ayırması idi. Bunların yanında ise en büyük özelliği gerçekçi oluşudur.
“Efendiler, asırlardan beri Türkiye’yi idare edenler çok şeyler düşünmüşlerdir.
Fakat yalnız bir şeyi düşünmemişlerdir. Türkiye’yi… Bu düşüncesizlik yüzünden
Türk vatanının, Türk milletinin duçar olduğu zararları ancak bir tarzda telâfi
edebiliriz: O da Türkiye’de Türkiye’den başka bir şey düşünmemek…” Bu
nedenledir ki, panislâmizmi, ümmetçiliği, panturanizmi ve sosyalizmi kesinlikle
red etmektedir. Büyük Önder söylevlerinde bu hususları “Şurası unutulmamalıdır
ki, bu tarzı idare bir Bolşevik sistemi değildir. Çünkü biz ne Bolşevikiz ne de
komünist… Ne biri ne diğeri olamayız. Çünkü milliyetperver ve dinimize
hürmetkarız”. “Vatandaşlarımız olan, dindaşlarımızdan, hemşerilerimizden her
biri kendi dimağında bir büyük ülkü besliyebilir. Hürdür, muhtardır… Buna kimse
karışamaz. Fakat Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin sabit, müsbet, maddî
bir siyaseti vardır: O da efendiler, T. B. M. Meclisi’nin muayyen millî hududu
dahilinde hayatını ve istiklâlini temin etmeğe yöneliktir…. Büyük ve hayalî
şeyler yapmadan yapmış gibi görünmek yüzünden bütün dünyanın husumetini,
garezini, kinini bu memleketin ve bu milletin üzerine celbettik. Biz
panislamizm yapmadık; belki yapıyoruz, yapacağız dedik, düşmanlar da
yaptırmamak için bir an evvel öldürelim dediler. Panturanizm yapmadık; yaparız,
yapıyoruz dedik, yapacağız dedik ve yine öldürelim dediler. Bütün dava bundan
ibarettir. Biz böyle yapmadığımız ve yapamadığımız mefhumlar üzerinde koşarak
düşmanlarımızın adedini ve üzerimize yaptıkları baskıları artırmaktansa, hadd-i
tabiîye, hadd-i meşrûa rücû edelim. Haddimizi bilelim. Binaenaleyh efendiler,
biz hayat ve istiklâl isteyen milletiz. Ve yalnız ve ancak bunun için
hayatımızı seve seve veririz”, diye dile getirmektedir.
Sonuç olacak diyoruz ki mazlum milletlerin kurtuluş
çabalarına da ışık tutan Atatürk’ün Milliyetçilik ilkesi bencil değildir. Irkçı
değildir. Dağıtıcı değil, toplayıcı ve bütünleştiricidir. Onun Milliyetçiliği
kaderde, kıvançta, tasada bir olmanın mutluluğundan doğan yepyeni ve gerçekçi
Türk Milliyetçiliğidir. Simgesi “Ne mutlu Türküm diyene” özdeyişinde en açık
ifadesini bulmaktadır.
3 — HALKÇILIK
Atatürk’ün Halkçılık ilkesi her şeyden önce “Halkın halk
tarafından halk için idaresi” anlamına gelen ileri batılı gerçek bir
demokrasinin gerçekleşip yerleşmesi amacına yönelmiştir. Cumhuriyet öncesi
dönemde benimsenmesi bile zor ve imkânsız olan “Halkçılık” ile ilgili
Atatürk’ün ifadeleri gözden geçirildiğinde Milliyetçilik ilkesi ile sıkı sıkıya
bağlı olduğu hemen gözlenecektir.
Çünkü O, halkı ne ulus içinde ayrı bir sınıf
ve gruplar, ne de egemen bir gücün yönettiği kitle olarak kabul etmiştir.
Halk Büyük Önderimizin “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” sözü ile belirlediği gibi, milletimizin doğrudan doğruya kendisi
sınıfsız ve ayrıcalıksız kaynaşmış bir kitle olarak bütündür.
Bu görüşleri biraz daha açabilmek için yine
Atatürk’e dönelim ve
- “bizim
inancımıza göre, milletimizin hayatının ve yükselmesinin sağlanması, kendine
sindirip benimseyeceği görüşlerdir. Fakat esas olarak incelenirse, bizim
görüşlerimiz kî halkçılıktır, kuvvetin ve kudretin, egemenliğin, yönetimin
doğrudan doğruya halka verilmesidir, halkın elinde bulunmasıdır. Hiç kuşku yok
ki, bu dünyanın en kuvvetli bir esası, bir ilkesidir” sözlerine dikkatleri çekelim.
Burada görülmektedir ki; Atatürkçü
halkçılığın amacı “Demokratik
ve sosyo-ekonomik alanda ve çağdaşlaşma yolunda başarıya ulaşmaktır”.
Nitekim Ulu Önder
- “Hükümet şeklimiz tam bir demokrat
hükümetidir ve dilimizde bu hükümet halk hükümeti diye anılır” deyişiyle yukarıdaki görüşümüzü güçlendirmektedir.
Halkçılık, halkı egemen ve her bakımdan
mutlu kılmak olduğu gerçeğini benimseyen Atatürk, milletin vicdanında ve
geleceğinde sezinlediği büyük gelişme, yükselme yeteneğini, bir millî sır gibi
vicdanında taşımıştır.
Ülkü, gözlem ve değerlendirmeler zamanı
geldikçe uygulanmıştır.
Halkçılık da bu çerçeve içinde, millî vicdan
İle, Atatürk’ün vicdanının bütünleşmesi sayesinde gerçekleşebilirdi.
Nitekim Atatürk, engin sezgi ve bilgisi İle
kavradığı Türk toplumundaki gerçeği çağdaş halkçılık hedeflerine doğru, büyük
yetenek ve iradesiyle yöneltmiştir.
Halk idaresi demek olan demokrasinin uzun bir geçmişi vardır.
Türk ulusu ve toplumlarının da bunda rol
oynadıkları tarihî bir gerçektir.
Toplumların gelişmesine uygun, yaygın,
etkili bir sosyal felsefe ve sistem olarak demokrasi, halkın siyasî ve fikrî
terbiyesini aynı zamanda hak ve görevlerini her şeyin üstünde sayar.
Ulu Önder 1921’de Türkiye Büyük Millet
Meclisi’ndeki konuşmasında:
“Sosyal bilim bakımından bizim hükümetimizi
anlatmak gerekirse Halk Hükümeti deriz. Sosyal meslek bakımından da
düşündüğümüz zaman, biz hayatını bağımsızlığını kurtarmak için
çalışan insanlarız. Zavallı bir halkız, durumumuzu bilelim, kurtulmak,
yaşamak için çalışan ve çalışmak zorunda bulunan bir halkız.
Buna göre her birimizin hakkı vardır.
Yetkisi vardır. Fakat çalışarak bir hakkı kazanırız; yoksa çalışmadan sırtüstü
yatmak isteyen insanların bizim toplumumuzda yeri yoktur – hakkı yoktur. O
halde söyleyiniz baylar: Halkçılık toplumsal düzene, çalışmaya, hukuka dayanmak
isteyen bir sosyal meslektir”
diyordu.
Mustafa Kemal, bu sözleri ile halkçılığı
gerçekleştirecek yöntemi ve kendi buluşu olan Atatürkçü düzeni anlatmaktadır.
O halde Halkçılık ilkesi ile amaçladığı “halk için, halkla birlikte ve
gerekirse halkın yüce çıkarları uğruna millî çabalarda bulunmaktır”.
Atatürk 30 Ağustos 1924’te Dumlupınar’daki
şu sözleri ile halkçılığa, yani halk egemenliğine yeniden ışık tutmakta ve
şöyle demektedir:
“…. Bu büyük zaferin türlü tesirleri üstünde
en önemlisi ve yükseği, Türk milletinin kayıtsız şartsız egemenliğini eline
almış olmasıdır. Millî egemenlik öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler
erir, taç ve tahtlar yanar, yok olur.”
Yukarıdaki açıklamaların ışığında açıkça
söyleyebiliriz ki, Atatürk Millî Mücadele süresince memlekette kendisini
gönülden destekleyen iç kuvvetlerle dünya ölçüsündeki dış gelişin şartlarının
dengeli etkisini her an hesaba katarak her türlü “doktriner ve dogmatik”
düşüncelerden temizlenmiş bir halkçılık anlayışına ve ilkeler kompozisyonuna
ulaşmıştır.
Çünkü o, hiçbir zaman dogmacı doktriner
görüşlerin sosyal gelişim ve kültürel değişim şartlarına uymadığını görerek,
Türk toplumuna yol gösterecek diğer ilkeleri ve anlamlan gibi Halkçılık ilkesi
anlamını da özel görüş açısından tesbit etmiştir.
Bu nedenledir ki, Halkçılık ilkesi de herşey
için, halkla beraber anlayışı ile bütüne yönelik bulunmaktadır.
IV — DEVLETÇİLİK
Atatürk’ün Devletçilik ilkesi, sosyal, ekonomik ve
kültürel kalkınmada daha çok metodu belirten bir esastır.
Devletçilik, genellikle “ülke için geniş yararlar
sağlayacak büyük ölçüde kuruluş, sermaye ve araçlara ihtiyaç gösteren işlerin;
Özellikle büyük sanayi ve tarımın, istenilen ve aynı zamanda gerekli alan ve
oranlarda devlet tarafından teşkilatlandırılıp işletilmesine” denilmektedir.
Ancak hemen belirtelim ki bunun yöntem ve
genişlik bakımından tanımlanması ve uygulanma şekilleri her toplum ve ülkenin
ihtiyaç ve özelliklerine göre olmaktadır.
Biz burada, Ulu Önderimizin Devletçilik
ilkesi ile neyi amaçladığı üzerinde duracağız.
Bu ilkeyi açıklarken de, hareket noktamız
Atatürk’ün iktisat politikası daha başka bir deyişle, yeni Türk Devleti’nin
iktisat politikasının esasları olacaktır.
Burada sözü en büyük Türk’e bırakıyorum. 6 Aralık 1922’de Ankara’da verdiği bir söylevde diyor ki:
“Memleketimiz üzerinde istilâ emellerini
besleyecek olanların her türlü ümitlerini kıracak surette, siyasette, idarede
ve iktisatta kuvvetli olmak gerekir. Tarımımızın ve ticaretimizin geri olması,
memleketimizin pek çok kısımlarının yıkık ve halkımızın fakir bulunması,
ulaştırma araçlarının sayılı olması, millî eğitimin herkese ve her yerde gereği
gibi giremeyerek toplumsal hayatımızın en büyük düşmanı olan cahillik ve
benzeri gibi sebebler, milletimizi fakir ve zayıf düşürmekten uzak kalmamış ve
kalmayacaktır. Bu yüzden, kurtuluş ve bağımsızlık için yaptığımız savaşı
tamamlamak ve Tanrının ulusumuza doğuştan verdiği istidat ve kabiliyeti en
yüksek derecede geliştirmek ve memleketimize bağışladığı kuvvet ve zenginlik
kaynaklarından en büyük faydayı sağlayarak güçsüzlüğümüzün sebeblerîni gidermek
için bundan böyle hiçbir fırsatı ve vakti kaçırmayarak çalışmak zorundayız.
Ancak, bu çaba, yıllarca izlenip uygulanacak bir programa dayanmaz ise,
başarısızlığa mahkûmdur.”
17 Şubat 1923’te, İzmir İktisat Kongresi’ni
açış söylevinde şu sözler yer alıyor:
“Siyasal, askerî zaferler ne denli büyük olursa olsun,
iktisat zaferleri ile taçlandırılmazlar ise elde edilen zaferler devamlı
olamaz, az zamanda söner. Bu itibarla en kuvvetli ve parlak zaferimizin dahi
sağlayabildiği ve daha sağlayabileceği faydalı verimleri tesbit için iktisat
hayatımızın, iktisat egemenliğimizin sağlanması, pekiştirilmesi ve
genişletilmesi gerekir.
“Düşmanlara karşı en kuvvetli silâhımız,
iktisat hayatındaki genişleme, sağlamlık ve başarı olacaktır.”
30 Ağustos 1924’te, Dumlupınar’da yaptığı
konuşmalarının sonlarında da aynı kanıyı tekrarlıyordu:
“Milletimiz burada elde ettiği zaferlerden
daha önemli bir ödev peşindedir. O zaferin kazanılması, milletimizin iktisadî
alandaki başarılarıyla mümkün olacaktır”.
Atatürk’ün iktisat politikasına verdiği
önemi vurgulayan sunduğumuz birkaç örnekten sonra, özlediği iktisadî kalkınma
nasıl gerçekleşecekti sorusuna cevap verelim.
İşte bu sorunun cevabı Atatürkçü iktisadın temeltaşı Devletçilik ilkesidir.
. Atatürk,
şöyle tanımlıyor devletçiliği:
“iktisat politikamızın mühim gayelerinden
biri de umumî menfaatleri doğrudan doğruya ilgilendirecek iktisadî kuruluşları
ve teşebbüsleri malî ve teknik kudretimizin müsaadesi oranında
devletleştirmedir”.
Mahiyet ve sınırına dair de, 1930 yılında
verdiği söylevlerin birinde,
“Herhalde devletin, siyasî ve fikrî
hususlarda olduğu gibi bazı ekonomik işlerde de düzenleyiciliğini ilke olarak
kabul etmek uygun görülmelidir… Devletin bu husustaki faaliyet hududunu çözmek
ve bu hususta dayanacağı kaideleri tesbit etmek; diğer taraftan, vatandaşın
ferdî teşebbüs ve faaliyet hürriyetini tehdit etmemiş olmak, devleti idareye
yetkili kılanların düşünüp tayin etmesi lâzım gelen meselelerdir. Prensip
olarak, devlet ferdin yerine geçmemelidir. Fakat ferdin gelişmesi için umumî
şartları göz önünde bulundurmalıdır… Bu izah ettiğimiz mana ve telâkkide
devletçilik bilhassa, içtimaî, ahlakî ve millîdir. Millî servetin dağılımında,
daha mükemmel bir adalet ve emek sarf edenlerin daha yüksek refahı, millî
birliğin korunması için şarttır. Bu şartı daima göz önünde tutmak, millî
birliğin mümessili olan devletin mühim vazifesidir… Özet olarak, Türkiye
Cumhuriyetini idare edenlerin, demokrasi esasından ayrılmamakla beraber,
mutedil devletçilik ilkesine uygun yürümeleri bugün içinde bulunduğumuz
hallere, şartlara ve mecburiyetlere uygun olur.”,
böyle söylüyordu.
Yine bu konu ile ilgili 1935 Ağustos’unda
İzmir Fuarı’nın açılışına gönderdiği mesajda yer alan şu sözlerine eğilelim:
- “Türkiye’nin uyguladığı devletçilik
sistemi XIX. yüzyıldan beri sosyalizm nazariyecilerinin ileri sürdükleri
fikirlerden alınarak tercüme edilmiş bir sistem değildir. Bu, Türkiye’nin
ihtiyaçlarından doğmuş, Türkiye’ye has bir sistemdir.
Devletçiliğin bizce anlamı şudur; fertlerin
hususî teşebbüslerini ve faaliyetlerini esas tutmak; fakat büyük bir milletin
bütün ihtiyaçlarını ve birçok şeylerin yapılmadığını göz önünde tutarak,
memleket iktisadiyatını devletin eline almak, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Türk
vatanında yüzyıllardan beri ferdî ve Özel teşebbüslerle yapılamamış olan
şeyleri bir an evvel yapmak istedi ve kısa bîr zamanda yapmayı başardı. Bizim
takıp ettiğimiz bu yol, görüldüğü gibi, liberalizmden, başka bir yoldur.”
- “Bizim takibini uygun gördüğümüz
devletçilik ilkesi, bütün istihsal ve tevzi vasıtalarının fertlerden alınarak,
milleti büsbütün başka esaslar dahilinde tanzim etmek gayesini takip eden
sosyalizm prensibine müstenid kollektivizm yahut komünizm gibi hususî ve ferdî
iktisadî teşebbüs ve faaliyete meydan bırakmayan bir sistem değildir”.
. Bu
tanımlama ve açıklamalarda şu gerçek ve temel öğelerle karşı karşıyayız.
1 — Ferdî çalışma ve gayretler esastır.
2 — Millî ihtiyaç ve gerekler dolayısıyla devlet iktisadî hayatla ilgilenecek,
yani bu alanda görev ve sorumluluk yüklenecektir.
3 — Sosyalist düzene yer yoktur.
4 — Tam liberalist ve tam devletçi bir sistem öngörülmemiştir.
Bu açıklamalar bizi şu sonuca götürmektedir.
Devletçilik ilkesi de Türkiye’nin
gerçeklerinden doğmuştur.
Çünkü ülkeye özgü bu devletçilik, ihtiyaç,
gerçek ve imkânlarla orantılı biçimde, devlet girişimi ve özel girişimden
örülmüş bir iktisadi düzendir.
Nitekim İzmir İktisat Kongresi’nde, İktisat
Bakanı olarak konuşan Mahmut Esad Bozkurt’un Atatürk Devletçiliğinin esaslarını
açıkça ortaya koyduğu konuşması yukarıdaki görüşümüzü desteklemektedir.
. MAHMUT
ESAD konuşmasında:
“Bütün bir tarihimiz içinde, ekonomik
durumumuzu kısaca inceledikten ve onunla pek yakın ilgisi olan yönetim
sistemlerini gözden geçirdikten sonra, bugünkü ekonomimizde izlenmesi gereken
iktisat politikası konusunda bir iki söz söylememe izninizi dilerim.
Yeni Türkiye’nin iktisadı, bugün dünyada
uygulanan ekonomik sistem ve politikalardan hiçbirinin benzeri olamaz. Ülkemiz,
iktisadî anlam ve ihtiyacına ve iktisat tarihimizin ruhuna uygun, başlı başına
bir iktisat politikası izlemek zorunluluğundadır… Yeni Türkiye karma bir
ekonomik sistemi takip etmelidir. İktisadî girişimleri kısmen devlet ve kısmen
kişiler üzerlerine almalıdırlar”.
Bu konuşma aynı zamanda Türk gerçekleri ile
uyarlılık halinde olan olmaya devam edecek bir sistemin öğretisini ana hatları
ile ortaya koymaktadır. Nitekim Ulu Önderimiz yurdun kendine özgü bir tutumu
olması gerektiği düşüncesini şöyle savunmakta idi. “İktisadî çalışmamızı
dayandıracağımız esaslar her türlü bilgi ile beraber doğrudan doğruya
memleketimizin topraklarını kollayarak ve bu topraklarda bizzat çalışan
insanların sözlerini işiterek tesbit olunacaktır. Sanayi ve ticaretimiz için de
aynı şekilde düşünülecektir”.
Sonuç olarak diyoruz ki, bu ilke ekonomide
Türkiye’nin koşullarına uygun bir ekonomik politika olarak kabul edilmelidir.
Şu sözleri,
- “Bizim takip ettiğimiz devletçilik, ferdî
mesai ve faaliyeti esas tutmakla beraber, mümkün olduğu kadar az zaman içinde,
milleti refaha ve memleketi mamuriyete eriştirmek için, milletin umumî ve
yüksek menfaatlerinin icap ettirdiği işlere -bilhassa iktisadî sahada- devleti
fîîlen alakadar etmektir”, ile de Atatürk’ün az zamanda milleti
refaha, ülkeyi bayındırlığa götürecek seçmeler yaptığı ve sosyal adalete yer
verdiği anlaşılmalıdır.
V — LAİKLİK
Atatürk İnkılâbı’nın en önemli ilkesi, Laikliktir.
Laiklik, Ortaçağ’ın İslâmi düşüncesinde,
içtihat kapısının kapalı olduğu gerekçesiyle sosyal ilerlemeyi köstekleyen,
fikir hürriyetini baltalayan skolastik zihniyeti yıkıp, vicdan hürriyetini
korumak, dinin şahsî ve siyasî yararlar uğruna sömürülmesini önlemektir.
Laiklik, geniş manası ile de hürriyetlerin
en kutsalı olan düşünce hürriyetine devletin tarafsız bir davranış içinde
olarak saygı göstermesidir.
Batılı manada demokrasinin, devletin
objektif bir müessese ve hukuk devleti olmasının temel şartı budur.
Dar ve klasik manası ile laiklik ise,
devletin her çeşit dinî inanç, ayin ve kuruluşlar karşısında tarafsız kalması
ve muhtelif dinlere bağlı olanlar arasında bir ayırım yapmaması, böylece din
hürriyetinin sağlanması.
Buna karşılık dinsel otorite ve ilkelerin
inançlarının da hiç bir şekilde devlet ve dünya işlerine karışmamasıdır.
İşte Atatürk İnkılâplarının bütününe böyle
bir laiklik anlayışı hâkim olmuştur.
O halde Atatürk İnkılâpları’nın ortak ve ana
temelini teşkil eden Laiklik, din düşmanlığı değil, dini dünya işlerinden
uzaklaştırmak, ona Allah’la kullan arasındaki ilişkiler çerçevesi dışına
çıkmayı yasaklamak ve gerçek yeri olan vicdanların harimine kapanmasını
istemektir.
Dini batılı ve rasyonel bir kültür
çerçevesinde ancak bu şartlar sosyal bir varlık ve değer kazandırabilir.
Memleketimizde Laiklik ilkesinin dine tam
saygı esasına göre uygulanması böyle bir anlayışın neticesidir.
İşte bu genel açıklamalardan sonra, Ulu
Önderimizin laiklik anlayışını ve İslâm dinine verdiği önemi açıklamak
istiyorum.
Atatürk’e göre “Laiklik” yalnız din ve dünya
işlerinin ayrılması demek değildir.
Bütün
yurttaşların vicdan, ibadet ve din hürriyetini tekeffül etmektir.
Hiç şüphe yok ki bu tanımlaması ile Atatürk,
din ve dünya işlerinin birbirinden ayrılması, yani toplum ve devlet olarak, din
kural ve ilkelerini dünya işlerine karıştırılmamasını amaçlamaktadır. Yani bu
tanımlaması ile O, bütün yurttaşların, vicdanlarının emrettiği şekilde dine
karşı durumlarını kararlaştırmakta serbest olmaları gerektiğini ve devletin de
bu hak ve özgürlükleri koruyacak, yürütecek güvenceyi getirmesi ve
uygulamasının zorunluluğunu anlatmak istemektedir.
Gerçekten de Atatürk’ün bu anlayış ve
tanımlaması, gerçekçi ve bilimsel olduğu kadar, millî İhtiyaçlarımıza da uygun
düşmektedir.
Laik düzen kurma ve anlayışta Atatürk’ün
İslam dinine karşı durumunun önemli rolü vardır. Atatürk din düşmanı değildir.
Dinin sömürülmesine, politikaya
karıştırılmasına ve devlet ilkesi haline getirilmesine karşıdır. O’nun karşı
olduğu kişiler, İslâm dinince de red edilen yobazlar, bağnazlar, hurafeciler,
din simsar ve aktörleridir.
. Örneğin
din ve laiklik konusunda Ata şöyle söylüyor :
- “Bunca asırlarda olduğu gibi, bugün dahi
akvamın cehlinden ve taassubundan istifade ederek binbir türlü siyasî ve şahsî
maksat ve menfaat temini için, dini alet ve vasıta olarak kullanmak
teşebbüsünde bulunanların, dahil ve hariçte mevcudiyeti, bizi bu zeminde söz
söylemekten, maatteessüf, henüz müstağni bulundurmuyor. Beşeriyette din
hakkında ihtisas ve vukuf, her türlü hurafelerden tecerrüd ederek, hakiki ulum
ve fünun nurlarıyla musaffa mükemmel oluncaya kadar, din oyunu aktörlerine, her
yerde tesadüf olunacaktır.” (1923)
- “Türkiye
Cumhuriyeti’nin resmî dini yoktur. Devlet idaresinde bütün kanunlar, nizamlar,
ilmin muasır medeniyete teinin ettiği esas ve şekillere, dünya ihtiyaçlarına
göre yapılır ve tatbik edilir. Din telakkisi vicdanî olduğundan cumhuriyet, din
fikirlerini devlet ve dünya işlerinden ve siyasetten ayrı tutmayı milletimizin
muasır terakkisinde başlıca muvaffakiyet görür.”(1930)
- “Türk devleti laiktir. Her reşit, dinini
intihapta serbesttir.”(1930)
Çünkü Atatürk, Allah’a inanmakta ve İslâm dinine bağlı bulunmaktadır.
Birçok söylevlerinde, sömürücülük sayılması imkânsız
bîr biçimde, Allah’tan, İslâm’dan, dinden saygı ve bağlılıkla söz etmiştir.
- “Bizim dinimiz en mâkul ve en tabiî bir
dîndir. Ve ancak bundan dolayıdır ki, son din olmuştur. Bir dinin tabiî olması
için akla, fenne, ilme ve mantığa uyması lazımdır. Bizim dinimiz bunlara
tamamen uygundur. Müslümanların toplumsal hayatında, hiç kimsenin özel bir
sınıf halinde mevcudiyetini muhafazaya hakkı yoktur. Kendilerinde böyle bir hak
görenler, dinî emirlere uygun harekette bulunmuş olmazlar. Bizde ruhbanlık
sınıfı yoktur. Hepimiz eşitiz ve dinimizin hükümlerini eşit olarak öğrenmeye
mecburuz. Her fert dinini, din duygusunu imanını öğrenmek için bir yere
muhtaçtır….”
- “Din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz
milletlerin devamına imkân yoktur. Yalnız şurası vardır ki, din, Allah ile kul
arasındaki bağlılıktır. Softa sınıfının din simsarlığına müsaade edilmemelidir. Dinden maddî çıkar temin edenler, iğrenç
kimselerdir”.
- “… Bizim dinimiz, milletimize değersiz,
miskin ve aşağı olmayı tavsiye etmez. Aksine Allah da, Peygamber de, insanların
ve milletlerin değer ve şerefini muhafaza etmelerini emrediyor…”
- “Büyük dinimiz, çalışmayanın insanlıkla
alakası olmadığını bildiriyor. Bazı kimseler zamanın yeniliklerine uymayı kâfir
olmak sanıyorlar. Asıl küfür onların bir zannıdır. Bu yanlış yorumu yapanların
amacı, İslamların kâfirlere esir olmasını istemek değil de nedir? Her sarıklıyı
hoca sanmayın, hoca olmak sarıkla değil beyinledir…”
Verdiğimiz bu birkaç örnek bile yukarıda
değindiğimiz düşüncemizi doğrulamaya yetmektedir, kanısındayım.
Laikliği, yukarıdan beri yorumunu ve
değerlendirilmesini dinleyenlere bırakarak, açıklamaya çalıştığımız, ilkeleri
arasına Özenle oturtmuş olan Atatürk, bu güne dek gizli kalmış not defterinde
“Tanrı birdir ve büyüktür”, “Hafıza Kur’an okutun” gibi yazıların altlarını
çizerek yazmıştır.
Bunlar, O’nun vicdanının ve inancının temiz
ve maddî çıkarlardan uzak ifadelerinden başka bir şey değildir.
Bu nedenledir ki,
- “Bizi yola sevk eden soysuzlar bilirsiniz
ki, çok kere din perdesine bürünmüşler, sâf ve temiz halkımızı hep din
kuralları sözleri ile aidata gelmişlerdir.
Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz….
Görürsünüz ki, milleti mahveden, esir eden,
harab eden fenalıklar hep din örtüsü altındaki küfür ve kötülüklerden
gelmiştir.
Baylar ve hey millet, iyi biliniz ki,
Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz.
En doğru ve en hakikî tarikat, medeniyet
tarikatıdır, medeniyet yoludur” diyordu.
Sonuç olarak diyoruz ki, laiklik, dinsizlik
demek değildir.
Laikliğin düşünce ve tutumda yerleşmesi hem
ilericiliğe hem de demokratik yaşam felsefesine uygundur.
Çünkü Laiklik ilkesinde dinin siyaset aracı
olarak kullanılması akıl ve mantık dışıdır.
VI —İNKILAPÇILIK
İnkılâpçılık ilkesi ise, bir yandan Atatürk ilkelerinin korunmasını esas tutan,
öte yandan da bu esaslara dayanılarak yeni hamlelerle Türk toplumunun aydın ve
ileri yönde gelişim ve geleceğini sağlayacak dinamik bir toplum yaşayış ilkesi
olarak benimsenmiştir.
Çünkü bu ilke Atatürk, felsefesini bazı
dinî, siyasî ve felsefî kuramlarda olduğu gibi katı ve dar çerçevede kalmaktan
kurtarmak istemiştir.
Buradaki açıklamalarımızda Atatürk’ün
İnkılâbı tarifini ve Türk İnkılâbı nedir sorusuna verdiği cevap hareket
noktamız olacaktır.
Ulu Önder inkılâbı
- “Mevcut müesseseleri zorla değiştirmek demektir.
Türk milletini son asırlarda geri bırakmış olan müesseseleri yıkarak yerlerine,
milletin en yüksek medeni icaplara göre ilerlemesini temin edecek yeni
müesseseleri koymuş olmaktır”
diye tanımladıktan sonra, Türk İnkılâbı
nedir sorusuna
- “Bu inkılâp kelimenin ilk anda işaret
ettiği ihtilâl manasından başka, ondan daha geniş bir değişikliği ifade
etmektedir. Bugünkü devletimizin şekli, yüzyıllardan beri gelen eski şekilleri
ortadan kaldıran en gelişmiş tarz olmuştur. Milletin, varlığını devam ettirmesi
için fertleri arasında düşündüğü ortak bağ, yüzyıllardan beri gelen şekil ve
mahiyetini değiştirmiş, yani millet, dinî ve mezhebî bağlantı yerine Türk
milliyet bağıyla fertlerini toplamıştır. Millet beynelmilel umumî mücadele
sahasında hayat sebebi ve kuvvet sebebi olacak ilim ve vasıtanın ancak çağdaş
medeniyette bulunabileceğini bir değişmez gerçek olarak prensip saymıştır.
Netice olarak millet, saydığım değişiklik ve inkılâpların tabiî ve zarurî icabı
olarak umumî idaresinin ve bütün kanunlarının ancak dünyevî ihtiyaçlardan
mülhem ve ihtiyacın değişme ve gelişmesiyle sürekli olarak değişme ve gelişmesi
esas olan dünyevî bir zihniyeti hayatı boyunca devam edecek bir idare
saymıştır.
Büyük milletimizin hayatının seyrinde vücuda
getirdiği bu değişiklikler herhangi bir İhtilâlden çok fazla, çok yüksek olan
en muazzam inkılâplardandır.
Çok milletlerin kurtuluş ve yükselme
mücadelesinde köpürdükleri görülmüştür. Fakat bu köpürme Türk milletinin şuurlu
köpürmesine benzemez”,
diye cevap vermektedir.
Bizce İnkılâpçılık ilkesinin gerçek anlamı
tartışmasız Ulu Önderin bu tariflerinin içeriğinde en güzel ifadesini
bulmaktadır.
Nitekim bu açıklamalarını daha net ve
belirginleştirdiği
- “Hakiki inkılâpçılar onlardır ki, ilerleme
ve yenileşme inkılâbına yöneltmek istedikleri insanların ruh ve vicdanlarındaki
gerçek eğilime sızmasını bilirler. Bu münasebetle şunu da ifade edeyim ki, Türk
Milletinin son senelerde gösterdiği harikaların yaptığı siyasî ve sosyal
inkılâplarının gerçek sahibi kendisidir. Sizsiniz…. Yaptığımız ve yapmakta
olduğumuz inkılâpların gayesi, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen çağımıza
uygun ve bütün mana ve biçimi ile medeni bir toplum haline ulaştırmaktır.
İnkılâplarımızın temel ilkesi budur. Bu
gerçeği kabul edemeyen zihniyetleri darmadağın etmek zaruridir”
şeklindeki bu sözleriyle, ilkelerinin
bütünlüğünün korunmasını dile getirirken, İnkılâpçılık ilkesinin anlamını da
vurgulamaktadır.
Demek oluyor ki, Atatürk’ün İnkılâpçılık
ilkesi değişme, gelişme ve her türlü yeniliğe açıklık getiren bir ilke olarak
kabul edilmek zorundadır.
Daha açık bir deyimle, çağdaş medeniyete
yürüyüşün direktifidir.
Konuşmamı şu cümlelerle bitirmek istiyorum:
. Türkiye
Cumhuriyeti’nin siyasal, sosyal, kültürel, ekonomik hayatı, cumhuriyetçilik,
milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, laiklik, inkılâpçılık olarak belirlenen
temel ilkelere sahiptir.
Bunları, Atatürkçülük bayrağının sembolleri
olarak, belli bir kalıba sokmaya ve dondurmaya hiçbir kimsenin gücü yetmeyecek
ebediyete kadar yaşayacak ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve milletinin hayat
güvencesi olacaktır.
Kaynak:
Türk Tarih Kurumu: Belleten Dergisi, Kasım 1988, Cilt LII, Sayı 204, Sayfa 810-824 / Yücel, Prof. Dr. Yaşar: Atatürk İlkeleri
Prof.
Dr. Yaşar YÜCEL
https://www.ttk.gov.tr/belgelerle-tarih/ataturk-ilkeleri-belleten-makale/