25 Şubat 2022 Cuma

Montreux Boğazlar Sözleşmesi

 Montreux (Montrö) Boğazlar Sözleşmesi

(22 Haziran-20 Temmuz 1936)

Hayatı boyunca Misak-ı Milli’nin hedeflerini gerçekleştirmek isteyen Atatürk, İkinci Dünya Savaşı öncesinde, Avrupa devletleri arasında meydana gelen gergin ortamdan istifade ederek Boğazlar konusunu 1933 yılından itibaren uluslararası platformlarda gündeme yeniden getirmeye başlamıştır.

Her ne kadar, Lozan Konferansı’nda tespit edilen Boğazlar Statüsü’nün yabancı gemilerin geçişiyle ilgili hükümleri Misak-ı Milli esaslarına uygun olsa da (Madde 4), sonuçta Boğazlar’ın silahsızlandırılması ve yabancı devletlere ait savaş gemilerinin ve askeri uçaklarının Boğazlar’dan serbest geçişle ilgili ilkelere uyup uymadıklarının denetlenmesiyle görevli olan Boğazlar Komisyonu, Lozan Boğazlar Sözleşmesi’nin Türkiye’nin egemenlik haklarını kısıtlayıcı hükümlerinden birisiydi.

Bu çerçevede Boğazlar’ın silahtan arındırılması, yani silahsızlandırılması Türkiye’nin güvenliği açısından sakıncalar doğuruyordu.

Bu bölgenin güvenliği Milletler Cemiyeti’nin güvencesi altındaydı.

Ancak, zamanla Cemiyet’in güvencesinin pek etkili olmadığı görülmeye başlanmıştır. Nitekim Boğazlar üzerindeki egemenliğinin sınırlandırılması demek olan bu hükümleri istemeyerek kabul eden Türkiye, bir süre sonra kolektif güvenlik alanında Milletler Cemiyeti’nin etkili bir rol oynayamadığını ve silahsızlanma hususunda da bir gelişmenin olmadığını Japonya’nın Mançurya’ya saldırması ve silahsızlanma çabalarında net olarak görecektir.

Bunların dışında, İtalya’nın 12 Ada’yı askeri tahkime başlaması, Hitler ve Mussolini’nin Doğu Avrupa, Balkanlar ve Akdeniz bölgelerini yekdiğerinin nüfuz sahası olarak kabul etmeleri, “hangi ulusa ait olduğu belirlenemeyen” denizaltıların Türk karasularında gemi batırmaları üzerine hükümet Boğazlar’a ait egemenlik haklarını tekrardan gündeme taşıyacaktır.

Türkiye bu husustaki isteğini ilk defa 1933’te Londra’daki Silahsızlanma Konferansı’nda dile getirmeye başlamış, Boğazlar’a ait demilitarizasyon hükümlerini kaldırmak için teşebbüse geçmiştir.

Türkiye’nin bu kapsamda 17 Nisan 1935 tarihinde Milletler Cemiyeti’ne yaptığı ilk müracaatta söz alan Türk Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, Boğazların silahsızlandırılmış olması konusunu ele alarak, bu meselenin Türkiye’nin güvenliği ile yakından ilgili bulunduğunu, Boğazlar’ın askerlikten tecridi ile gerçekte Türkiye’nin savunmasının zayıflatılmış olduğunu ve bu sebeple bu hükümlerin kaldırılmasını istemiştir.

Türkiye’nin bu talebi İngiltere, Fransa ve İtalya tarafından benimsenmezken, Rusya destek vermiştir.

Türkiye Boğazlar konusundaki bu isteğini, mayıs ayında Balkan Antantı Konseyi’nin Bükreş toplantısında, Milletler Cemiyeti Asamblesi’nin eylül ayındaki toplantısında ve nihayet, İtalya’nın Habeşistan’a saldırması dolayısıyla bu devlete uygulanacak zorlama tedbirleri konuşulurken yine Milletler Cemiyeti’nin kasım toplantısında tekrar söz konusu etti.

Bu şekilde olumlu bir diplomatik atmosfer yaratmaya muvaffak olan Ankara, İtalya’nın Habeşistan’ı işgali ve bu arada Almanya’nın da Versay’a aykırı olarak Ren Bölgesi’ni militarize etmesi üzerine, 10 Nisan 1936’da Boğazlar Sözleşmesi’ni imzalamış olan devletlere bir nota verdi. 

Söz konusu notada Türkiye, Avrupa’daki buhranların 1923 Boğazlar Sözleşmesi’yle Boğazlar’ın güvenliği için verilmiş olan kolektif garantiyi artık işlemez hale getirdiğini belirterek, kendi güvenliği, savunması ve egemenlik haklarının korunması bakımından bu statünün değiştirilerek, Boğazlar’ın askerileştirilmesini istedi.

Türkiye’nin bu talebine ilk olumlu cevap İngiltere’den geldi. İngiltere’yi Sovyet Rusya, Fransa ve diğer devletler takip etti.

1936 ile beraber büyük devletlerin tutumlarında değişiklikler ortaya çıkmaya ve Türkiye’nin talebi destek bulmaya başladı.

İngiltere Türkiye’ye karşı politikasını değiştirmiş ve bu devleti kendisine bağlamak istiyordu. Akdeniz’de kuvvetli bir Türkiye İngiltere için değerli bir dost olacaktı.

İngilizler bu sayede Türkiye’yi, Sovyetler Birliği’nden ziyade kendilerine daha yakın hâle getireceklerdi. Sonraki olaylar bu ümitlerin boş olmadığını gösterecektir.

Sovyetler Birliği ise, Türkiye’nin görüşünü desteklediği takdirde, Boğazlar rejiminde kendi lehine de değişiklikler yapılabileceği görüşündeydi.

Zaten Sovyetler, Lozan Boğazlar Sözleşmesi’nin hükümlerinden memnun olmaması nedeniyle, bu sözleşmeyi de onaylamamıştı.

Bu nedenle, Türkiye’nin önerisini desteklemiş ve hatta bu talebi Türkiye’nin toprak bütünlüğüne bir saygı olarak değerlendirmekteydi.

Balkan Antantı üyeleri de, en başından itibaren Türkiye’ye destek vermekteydiler. Avrupa’daki status quo’ya en fazla bağlı olan Fransa, Fransız-Rus yakınlaşması nedeniyle, Türkiye’nin önerisini olumlu karşılamıştır.

Romanya, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra yapılan antlaşmaların değiştirilmesine karşı bir politika izlemekteydi. Bulgaristan ise, Türkiye’nin Boğazlar üzerinde mutlak egemen olmasına karşıydı.

Ancak, Boğazlar rejiminde yapılacak değişikliklerin, Neuilly Antlaşması’nın da değiştirilmesine yol açabileceği görüşündeydi.

Bu nedenle Türkiye’nin önerisine olumlu yanıt vermişti.

Bu kapsamda 1923 Boğazlar Sözleşmesi’ni değiştirecek Konferans, 22 Haziran 1936’da İsviçre’de Montreux’de toplanmış ve Montreux Sözleşmesi adını alan yeni Boğazlar Sözleşmesi 20 Temmuz 1936’da imzalanmıştır.

Türkiye Cumhuriyetinin egemenlik hakları alanındaki eksikliği tamamlayan söz konusu Sözleşme, beş kısım (ticaret gemileri, harp gemileri, uçaklar, genel hükümler ve nihaî hükümler) ve dört eke ayrılmış olup, 29 maddeden, ibarettir.

İstanbul ve Çanakkale Boğazları’ndan serbest geçişi sağlayan ve denetimi tümüyle Türkiye’ye bırakan Montrö Sözleşmesi’nin asıl amacı kıyı devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenlik haklarını saklı tutmakla beraber uluslararası deniz ticaretinin gereklerini ve yararlarını bu haklarla bağdaştırmaktır.

Yani Montrö ile Boğazlar’dan yeni bir geçiş rejimi kabul edilmiş, bu yeni rejimin uygulanması ve denetimi sorumluluğu Türkiye’ye verilmiştir.

..

https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/montreux-montro-bogazlar-sozlesmesi-22-haziran-20-temmuz-1936/


 

ATATÜRKÇÜLÜK DİYE BİR ŞEY YOK MU

 ATATÜRKÇÜLÜK DİYE BİR ŞEY YOK MU?

Kimileri ısrarla, Atatürk'ün ortaya koyduğu uygulamaların çok özgün şeyler olmadığını ileri sürüyorlar.

Örneğin bu eğer devrimse, bunun az gelişmiş bir ülkeye özgü milliyetçi refleks olduğunu anlatmaya çalışıyorlar.

Ulusal mücadele deyiminin dünyada ilk olmadığını anlatma gereği duyuyorlar.

Ya da Halkçılığın Marksizm'in Doğu Avrupa'ya uyarlanmış bir özelliği olduğunu; devletçiliğin de keza gene Marx ve Engels'in görüşlerine dayandıklarını anlatmaya çalışıyorlar.

Kimilerine göre ise Türk Devrimi diye bir şey hiç olmamıştır..

Hatta Türkiye'de verilen Milli Mücadele, Osmanlı Hanedanının bir başarısıdır diyenler bile var.

Bütün bunların hiç bir kıymet-i harbiyesi yok.

Birisini ele alalım:

. Türk Devrimi'nin özü olan Atatürkçü Düşünce'nin kendine özgü yanları olmadığı savına...

Atatürkçülük/ Kemalizm, her şeyden önce bir reçetedir.

Geri kalmış ve ancak bir ulusal savaşla kendi öz devletini kurabilmiş Osmanlıdan artakalan Türkler'in çağdaşlaşmasını öngören ve bunun için de gelişmenin yollarını, yöntemlerini ve ilkelerini ortaya koyan bir dizgeler bütünüdür.

Türkiye'ye ve Türkiye'nin yazgısını paylaşan öteki uluslara; "Bak, ancak böyle emperyalizmin karşısında yok olmaktan kurtulursun!" diyen bir ses ve özdür.

Tersini düşünelim:

Bu yola gitmeden Türkler ya da onların yazgısını paylaşan geri kalmış toplumlar, emperyalizmin dayattığı tutsaklık zincirinden nasıl çıkabilirdi?

Kapitalizmle mi?

Emperyalizmi yaratan en temel dürtü, zaten vahşi kapitalizmin özünde var olan aşırı para kazanma hırsı ve ırkçılık değil mi?

Zaten kendi varlıklarını yok etmeye çalışan bir anlayışa yönelmeleri beklenebilir miydi Türkler'in?

Hayır...

Geriye ne kalıyor?

. Marksizm ve Kolektivizm?_

İyi ama bunun da açıkça insanın özgürlüğüne vurulmuş bir tutsaklık zinciri olduğunu açıkça söylüyor Atatürk...

Onu insan onuru ve haysiyetiyle yakıştırmıyor.

Yapay bir cennet vadeden bu düşüncenin, ileri düzeyde insanın kendi özünü yok edecek bir işleyişi olduğunu da söylüyor.

Zaten Marksizm yayıldığı geniş alanda, Stalin'le birlikte Sovyet emperyalizminin yayılmasından başka ne işe yaradı?

Ne kalıyor o halde geriye?

Türkler'in geri kalmışlığını çözecek, ona yol gösterecek bir arayış.

Pekala sorun temelde neydi?

. Niçin Türkler emperyalizmin saldırılarının hedefi olmuştu?

Çünkü "Aydınlanma"yı yaşayamamışlar, "Sanayi Devrimi"ni gerçekleştirememiş ve var olan güçlerini koruyamamışlardı.

Eski yöntemlerle, eski gücü yeniden yakalama olanağı da kalmamıştı.

Dünya değişmişti çünkü.

O zaman "aydın bireyler ve toplum" yaratarak, çağdaş dünyada ayakta kalınabilirdi.

Hedef, çağdaşlaşmaktı yani.

Elbette insanlık tarihinin ortaya koyduğu birikimden yararlanmıştır Atatürk.

Bunu kimse inkar etmiyor.

Ancak:

"Akıl"" demiştir.

"Bilim" demiştir.

"Tam bağımsızlık", demiştir.

"Laiklik olmadan akıl ve bilim olmaz; akıl ve bilim olmadan da modern dünyaya ulaşmak olamaz", demiştir.

Arkadaş, senin kaynakların belli; gelişmişlik düzeyin belli, cehalet nasıl seni sarmış; bundan ancak eski kafayı bırakarak, aklı ve bilimi rehber alarak kurtulabilirsin demiştir.

Ülkesine göz koyanların karşısına dimdik çıkabilmektir Atatürkçülük; onurlu Türk varlığını ezdirmemek, tek bir Türk çocuğunu tarihin büyük bir armağanı olarak görüp, ona çağın en ileri eğitim olanakları sunabilmenin adıdır.

-"Güçlenmeden, seni ezmek ve yok etmek isteyenlere nasıl karşı koyabilirsin ki?" demiştir.

İşte bunların toplamına biz, Atatürkçülük diyoruz.

İyi düşünün:

- Ne zaman Atatürkçü düşünceden ve onun temel felsefesinden uzaklaşıyorsak büyük sorunlar yaşıyoruz.

Birlik ve bütünlüğün adıdır Atatürkçülük.

Bugün hala İslam toplumlarının sorunları tam da bu noktada düğümlenmiyor mu?

.  Prof. Dr. Kemal Arı

.     25.02.2022 Prof. Dr. Kemal Arı

TÜRKÜM DİYENE

. NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE! Bu sözden neler anlamalıyız? "Ne mutlu Türk'üm diyene!" sözü, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu...