10 Kasım 2021 Çarşamba

Yok Saymak ???

   Yok Saymak ???

§  Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün aramızdan ayrılışının yıl dönümünde onu anmak, saygıda bulunmak her bir Türk için çok doğaldır ve de içten gelen bir duygudur.

§  Bir tümce ile bile olsa ATATÜRK'ü anmak, saygı göstermek tüm sosyal medyada herkesin yaptığı çok içten bir durum olmuştur.

§  Ne yazık ki bazılarını görüyorsunuz ki bu önemli anma gününde en ufak bir ATATÜRK paylaşımında bulunmamaktadır.

§  Bambaşka, hiç de gündemde bile olmayan konularda sunumlarda bulunup, dostlarından beğeniler, güzel sözler bekliyorlar.

§  Çok önemli, çok değerli, çok iyi yetişmiş, memleketin en iyi olanaklarını kullanarak çok üstün eğitim almış bu tür kişileri anlamak ve onlardaki bu olumsuz ruh durumunu kavrayabilmek çok zor...

§  Kendilerini bir yerlere taraftar göstermek duygusu olabilir mi?

§  Ya da "kendi kişiliğini" çok "özel göstermek" mi istemektedirler?

§  Normal bir insanın bu tür davranışları kavraması ve kabul edebilmesi çok zor....

§  ATATÜRK'ü yok saymak ve onu umursamamak hiç olacak bir şey midir?

§  Onun tüm kişiliğini, başarılarını, hizmetlerini, önemini... bilmiyor olmaları asla düşünülemez.

§  Onun gücü ve önderliği, bilgisi ve yetenekleri... sayesinde yok olmaktan kurtarılmış bir ülkede yaşamışlar ailece, yaşıyorlar da...

§  Türkiye Cumhuriyeti'nin tüm olanaklarını kullanabilmişler ve bugüne gelmişler, belki de çok önemli mevkilere erişmişler, çok iyi kazanımlar elde etmişler, geniş çevrelerce tanınıyor olmuşlar...

§  Bir mahalle kültürünün, aidiyet duygusunun etkisi altında kalmışlar da olabilirler.

§  Buna rağmen, hangi kişilik bozukluğu ya da ruh haline kapılabilmişler ki o büyük önderi "yok" saymayı "matah" bir şey sanıyorlar...

§  Çok yazık!

§  Tüm edindikleri, elde ettikleri, öğrendikleri, eğitimleri... hiç bir işe yaramamış...

§  Nasıl bir vicdan durumu ya da adalet anlayışıdır, diye de düşünmek olasıdır...

§  Hele bugün "emperyalist" saldırıların, "evrensel çıkar odakları"nın yoğun bir etkisi, birçok değerin elimizden alınmasının istendiği ve hatta devletin üniter yapısının parçalanmasının bile planlandığı günümüzde kazanılmış tüm değerlere, ülkemizin kuruluş değerlerine, birliğine ve güçlü olmasına katılmaları, çağdaş ve uygar bir ülke olmaktan yana olmaları gerekmez mi?

§  Siyaset yapmak ya da tartışmak hiç istemediğim bir durum...

§  Her şeyden önce herkes kendisini, kendi durumunu tamamen vicdanını ve aklını kullanarak değerlendirsin...

§  Belki büyük bir tükenmişlikten kurtulabilirler...

§  Onlara düşman olmak da gerekmez...

§  Onlara acımak da olmaz...

§  Onlara hak vermek ise hiç olmaz...

§  Yazık!

      Öğretmen Gönen Çıbıkcı, MŞ.

          GC-ATA-21.11.10-A


Atatürk'ü Anlamak


 

Atatürk İyi Anlaşılmalıdır


 

8 Kasım 2021 Pazartesi

Atatürk Anlaşılmalıdır?

   Atatürk Anlaşılmalıdır?

Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ü anlamak hem çok kolaydır, hem de çok emek ister.

Her şeyden önce dürüst olmak, çok da çalışkan olmak ister.

Onu "tarihteki yeri ve Türkiye Cumhuriyeti'nin ulusal önderi ve kurucusu" olarak kısaca özetleyerek anlayabiliriz.

Bu yeterli midir?

Hayır...

       Onu anlamak için her şeyden önce:

·       Türk tarihine yaptığı katkıları,

·       savaşlarda aldığı yeri,

·       komutanlıklarını,

·       bir devlet kuran önderliğini,

·       devlet adamlığını,

·       diplomatik değerlerini,

·       düşünen ve okuryazar, entelektüel insan olmasını,

·       ileriyi görebilen bir fikir adamı olmasını,

·       anti emperyalist özelliklerini,

·       eğitim ve kültüre olan önderliğini,

·       ekonomik ön görürlüğünü,

·       Türk tarihine bakışını ve yapılan araştırmaları,

·       devrimlerini ve temel devrimsel düşüncelerini,

·       Türk hukuk sistemine olan ön görü ve katkılarını,

·       endüstriye ve tarıma olan görüşlerini ve de bu alandaki girişimlerini,

·       çağdaş ve uygar bir toplum oluşturmadaki gayretlerini,

·       halkın ileriye dönük kalkınmasını isterken kadın haklarına verdiği özel önemi,

·       yurttaş olarak donanımlı, ahlaklı ve özgür bireyler istemini,

·       ülkenin tam bağımsızlık yolunda ilerlemesi gerektiğine dair ön görü ve tutumlarını,

·       dünya ülkeleri arasında Türkiye Cumhuriyeti'ne kazandırdığı saygın yeri,

·       halkın kul olma durumundan çıkarılıp, uygar bir ülkenin yurttaşları olması yolundaki çabalarını,

·       onun akla ve bilimsel verilere öncülük verdiğini,

·       kendisini asla bir diktatör bir tek belirleyici olarak görmediğini,

·       cumhuriyet derken aslında demokratik bir devlet biçimini düşünerek gerçekçi adımlar attığını

     görmeden, anlamadan, bilmeden ve de kavramadan olmaz.

Onu tanrısal bir varlık gibi yüceltip, gerçek değerlerinden uzakta tutmak ve sadece methiyeler ile ona yaklaşır gibi gözükmek ise bize yakışmayan bir tutumdur.

ATATÜRK'ü anlayabilmek ve onu önemsemek, özümsemek, onu bir önder ve yol gösterici olarak kabul edebilmek için de bizim kendimizde var olmasını isteyeceğimiz birçok özelliğimizin olması gerekir.

Nedir bunlar?

Hangi özelliklere sahip olabilmeliyiz ki ATATÜRK'ü anlıyor olabilelim.

En kısa biçimi ile onda bulunan temel özelliklere sahip olabilmeyi, ona yaklaşıyor olmayı istemeliyiz.

ATATÜRK yazdıklarında ve söylediklerinde, konuşmalarında.. kendisini çok açık ve çok yönlü anlatmıştır.

ATATÜRK yaptıklarında, girişimlerinde, başardıklarında, yapıtlarında, ortaya çıkardıklarında, savunduklarında... çok somut olarak gerçek varlıkları ortaya koymuştur.

Onun yaptıklarına ve fikirlerine karşı duranlar, ona değer vermek istemeyenler kimlerdir?

Bunu düşündüğümüzde görülecektir ki Türk devletine, Türk halkına, ulusal kurtuluş savaşına, emperyalizme karşı verilen mücadeleye ve girişimlere, Türk devrimlerine, Türk kalkınmasına ve aydınlanmasına "karşı" olanlar ATATÜRK'ü yok etmek isteyenlerdir.

Ne zaman ki "halk" gerek toplumsal, dinsel, cinsiyetsel, ekonomik ve sınıfsal açıdan devamlı bölünmeğe, bölüştürülmeğe çalışılıyorsa, bilin ki onlar gerçekten Türkiye'ye de temelde karşı çıkanlardır ve yine onlar ATATÜRK'ü de benimsemeyenlerdir.

ATATÜRK'ü benimsemek ve onu çok iyi anlamak için bize düşen gerekli özellikleri taşımağa çaba göstermek olmalıdır:::::

ü  Akıldan yana, bilimden ve çağdaş uygarlık düzeninden yana olmak.

ü  Dürüst, öz güvenli ve özgür irade sahibi olmak.

ü  Güzel bir ahlaka sahip olmak için ilkeli davranabilmek.

ü  Cesur ve yürekli olurken çok çalışkan olmayı benimsemek.

ü  Demokrasiden, bilgiden yana olabilmek için bu konuda araştırmak, okumak.

ü  Toplumdaki sorunların çözümüne gidecek yolları bulabilmek için eleştirel bakış açısına sahip olmak.

ü  Emekten, üretimden ve ulusal değerlerden yana olmak.

ü  Evrensel insan haklarına kendi ülkemiz için de sahip çıkmak.

ü  Yaşam boyu öğrenmek ve kendini geliştirmek.

ü  Boş işlerle ve boş kişilerle zaman harcamamak.

ü  Edindiğin doğru bilgileri ve deneyimleri halkın öğrenmesine sunabilmek.

ü  Zihin yönetimi programlamalarına karşı uyanık olmak.

ü  İnsan değer verirken, insanın eğitimine ve terbiyesine yönelik sağ duyulu olmak.

ü  Evimizde, dijital arşivimizde ATATÜRK' kitapları, yapıtları, onu anlatan yazılar bulundurup, onları genişletmek.

.......

En azından da olsa bunları önemsemek ve elde edebilmek bize gereklidir diyebiliyor isek ATATÜRK'ü anlamak için çaba gösterdiğimize inanabiliriz.

Bunların çoğunu kendinde barındıramayanların ATATÜRK'e gerçekten sahip çıkabileceklerini düşünmek biraz zorlayıcı olmaktadır.

Türkiye Cumhuriyeti çağdaş, uygar bir demokratik hukuk devleti olmaya, bir refah toplumu olabilmeye doğru ilerlemelidir.

Önemli olan budur ve de bu değerlere, hedeflere sahip çıkılmalıdır.

      Öğretmen Gönen Çıbıkcı, 08 kasım 2021, MŞ.

     GC-M-21.11.08

1 Kasım 2021 Pazartesi

Atatürk'ün Devrimleri

 Atatürk'ün Devrimleri

          1 - Saltanatın Kaldırılması (1 Kasım 1922)

Kurtuluş Savaşı'nın ilk yıllarında kurulan (23 Nisan 1920) Türkiye Büyük Millet Meclisi, halktan kopuk Osmanlı yönetiminin yanında, halkın içinden seçilen temsilcileriyle; halk iradesinin gerçek temsilcisi olmuş, iyice eskimiş ve yıpranmış kişisel saltanatsa, TBMM'yi, yani ulusun egemenliğini tanımamasının yanı sıra, Sevr Antlaşması'nı imzalamış, düşmanla işbirliği yapıp,çıkarttığı ayaklanmalarla Ulusal Kurtuluş Savaşı'nı engellemeye çalışmıştı.

23 Nisan 1920'den başlayarak ulusal egemenliğe dayalı devletin kurulmasıyla kişisel saltanata kalkmış gözüyle bakan Mustafa Kemal, İtilaf Devletleri'nin Lozan Barış Konferansı'na Ankara Hükümetinin yanı sıra Osmanlı Hükümeti temsilcileri de çağırmaları üstüne, 1 Kasım 1922'de TBMM'de yaptığı konuşmada ulus'un akla aykırı olduğunu belirterek,saltanatın kaldırılmasını istedi.

Milletvekillerinin ateşli konuşmalarla Atatürk'ü desteklemelerinden sonra, saltanatın İstanbul'un işgal tarihinden (16 Mart 1920) başlayarak kalkmış olduğu oybirliğiyle kabul edildi.

Saltanatın kaldırılmasıyla Padişahlık sıfatı kalkan Mehmet VI Vahdettin de, 17 Kasım günü İngiliz Komutanlığına başvurarak, bir İngiliz zırhlısıyla İstanbul'dan ayrıldı.

           2 - Cumhuriyetin İlanı (29 Ekim 1923)

Saltanatın kaldırılmasının ve Lozan Barış Antlaşması'nın ardından TBMM'de en çok tartışılan konulardan biri, yeni devletin niteliği sorunuydu.

Kendisi bir hükümet olan TBMM'nin ayrı bir hükümeti ve bu hükümeti yönetecek bir başbakanın bulunmaması, meclis içinden bakanların seçiminde adayların gerekli oyu sağlamakta güçlük çekmeleri, sürekli sorunlara yol açmaktaydı.

27 Ekim 1923'te Ali Fethi (Okyar) Bey başkanlığındaki hükümetin istifası ve Cumhuriyet Halk Partisi grubunun yeni hükümet listesi üstünde anlaşmaya varamaması üzerine, Atatürk 28 Ekim gecesi arkadaşlarını toplayarak sorunun gerçek çözümüyle ilgili düşüncesini açıkladı ve İsmet İnönü'yle o gece, devletin niteliğinin cumhuriyet olduğunu saptayan bir yasa tasarısı hazırladı.

Ertesi gün TBMM, yapılan işin;çoktan doğmuş olan çocuğun adını koymak; olduğunun milletvekillerine açıklanmasından sonra, saat 20.30'da Anayasa değişikliğini kabul ederek cumhuriyeti ilan etti ve oy birliğiyle alınan bu karardan sonra cumhurbaşkanı seçimine geçerek, gene oy birliğiyle Gazi Mustafa Kemal Paşa'yı Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk cumhurbaşkanı olarak seçti.

3 - Halifeliğin Kaldırılması (3 Mart 1924)

Saltanatın kaldırılmasından ve Mehmet VI Vahdettin'in İstanbul'dan ayrılmasından sonra, TBMM'nin 18 Kasım 1922'de halife seçmiş olduğu Abdülmecit Efendi, eski rejim yanlılarının tek umudu haline gelmiş, bundan güç alan Abdülmecit Efendi de, yeniden törenler düzenlemeye, demeçler vermeye bazı İslam ülkelerinin kendisine bağlılık bildirmeleri üzerine, İslam dünyasının önderi tavrı takınmaya başlamıştı.

Bu durumun yeni kurulmuş cumhuriyet yönetimi için tehlikeli olabileceğini kavrayan Atatürk, İzmir'deki ordu tatbikatları sırasında ordu komutanlarına hilafetin kaldırılması konusunda düşüncesini açıklayıp, yasanın meclis gündemine getirilmesini kararlaştırdı. 

1 Mart 1924'teki bütçe görüşmelerinde halifeye ve Osmanlı hanedanına verilecek ödenek konusunun gündeme getirilmesinden sonra, 3 Mart 1924't kabul edilen yasayla, halifelik kaldırılıp, ilerde saltanat ve halifelik iddiasında bulunmamaları için Osmanlı hanedanı üyelerinin de yurt dışına çıkarılmaları kabul edildi.

4 - Medeni Kanunun Kabulü (17 Şubat 1926)

Osmanlı İmparatorluğu döneminde hukuk işleri din kurallarına göre yönetilmekte olduğundan, çağdaş toplumlar düzeyine erişmek isteyen Türk toplumunun temel gereksinmelerinin, söz konusu hukuk yapısıyla karşılanamayacağı anlaşılmıştı.

Tanzimat Dönemi'nde hazırlanan Mecelle, bazı yenilikler getirmekle birlikte, kişilerin hak ve borçları, aile kurumu, işleyişi ve sona ermesi, mülkiyet ilişkileri, miras sorunları, kiralama, satın alma, ödünç verme, vb. ilişkiler açısından, gerçek bir Medeni Kanun sayılamazdı.

Bu nedenle İsviçre Medeni Kanunu örmek alınarak hazırlanan Medeni Kanun, 17 Şubat 1926'da TBMM'de kabul edilerek, yürürlüğe kondu. 

Bunu, öbür temel yasalar ile, ceza hukuku alanındaki boşlukları gideren Ceza Kanunu'nun kabul edilip (1 Mart 1926) yürürlüğe konması izledi.

5 - Tarikatların Kaldırılması, Tekke Ve Zaviyeyerin Kapatılması (30 Kasım 1925)

Başlangıçta yalnızca din konularıyla ilgilenen, farklı düşünce sistemleri geliştirerek taraftarlarını çoğaltmaya çalışan tarikatlar, zaman içinde siyasal olaylarda etkili rol oynamaya, çıkarları tehlikeye düştükçe halkı ayaklandırmaya koyulmuşlardı.

Bu etkinliklerini cumhuriyetin ilanından sonra da sürdürmeye kalkışmaları ve Menemen Olayı, Şeyh Sait Ayaklanması gibi şeriattan yana ayaklanmalara yol açmaları üstüne 'Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler memleketi olamaz.

Türkiye Cumhuriyeti her alanda doğru yolu gösterecek, uyaracak güçtedir.

Biz uygarlığın bilim ve fenninden güç alıyoruz ve ona göre yürüyoruz.

Başka bir şey tanımayız' diyen Atatürk'ün sözleri ışığında harekete geçilerek, 30 Kasım 1925'te çıkarılan yasayla tekkeler ve zaviyeler kapatıldı.

6 - Laikliğin Kabulü (1928-1937)

Saltanatın kaldırılması, hilafetin kaldırılması, Şeriye ve Evkaf Vekaleti'nin kaldırılarak yalnızca din işleriyle uğraşacak Diyanet İşleri Başkanlığı'nın kurulması, tarikat ve zaviyelerin kapatılması aşamalarından geçen laikliğin tam anlamıyla yasal tabana oturtulması için, 1924 Anayasası'nda yer alan Türkiye devletinin dini İslam'dır deyimini tartışmaya koyulan TBMM, 10 Nisan 1928'de Anayasa'nın ikinci maddesini değiştirip, 16. ve 38. maddeler gereğince milletvekilleri ile cumhurbaşkanının ant içerken söylemek zorunda oldukları vallahi sözcüğünü maddelerden çıkardı.

Ayrıca, 26. maddedeki ahkamı şeriyenin tenfizi (şeriat hükümlerinin yürütülmesi) sözcükleri de Anayasa'dan çıkarıldı.

İnananların ibadetlerini kendi dilleriyle yapmalarını doğal bir hak olarak gören Mustafa Kemal'in, aydın din adamlarıyla yaptığı görüşmelerden sonra, 3 Şubat 1928'de hutbelerin Türkçe okunmasının kabul edilmesini, dualar ve ezanın Türkçeye çevrilmesi çalışmaları izledi.

5 Şubat 1937'de Anayasa'nın ikinci maddesinde laiklik ilkesine yer verilmesi ve Türkiye Cumhuriyeti'nin laik bir devlet olduğunun yazılmasıyla, laiklik devrimi tamamlanmış oldu.

7 - Kadın Haklarının Tanınması (1930-1933 ve 1934)

Osmanlı toplumunda hemen hiçbir toplumsal ve siyasal hakkı bulunmayan kadınlara Medeni Kanun'la bazı haklar tanınmış olmakla birlikte, siyasal haklar açısından bir değişiklik yapılmamıştı. Atatürk'ün girişimiyle kadınların iktisadi ve siyasal yaşama katılmaları yönünde bir dizi değişiklik yapılarak, 1930'da belediye seçimlerinde seçme, 1933'te çıkarılan Köy Kanunu'yla muhtar seçme ve köy heyetine seçilme, 5 Aralık 1934'te Anayasa'da yapılan bir değişiklikle de milletvekili seçme ve seçilme haklarının tanınmasıyla, Türk kadını o yıllarda Avrupa devletlerinin çoğundaki kadınlardan daha ileri haklar elde etti ve çok geçmeden toplumda erkeklerin çalıştığı her alanda yerini aldı.

8  - Şapka Ve Kıyafet Kanunu (25 Kasım 1925)

Ülke halkını her alanda çağdaş ve uygar düzeye çıkarabilmek için değişiklikler tasarlarken, dış görünüşüyle de bunu vurgulaması gerektiğine inanan Mustafa Kemal'in, 25 Ağustos 1925'te Kastamonu'ya yaptığı bir gezide başına şapka giyip, 'Buna şapka derler'; diye halkı şapka giymeye özendirmesinden sonra, 25 Kasım 1925'te Şapka Giyilmesi Hakkındaki Kanun çıkarılıp, dinsel giysilerle sokakta gezilmesi yasaklandı.

9 - Takvim, Saat Ve Ölçülerde Değişiklik (1925 ve 1931)

Cumhuriyet döneminden önce Batı uluslarından ayrı takvim, saat, sayı ve ölçülerin kullanılması, hafta tatillerinin cuma günü olması, takvimin başlangıcı olarak Hazreti Muhammed'in Mekke'den Medine'ye göç ettiği tarih olan 622 yılının alınması (hicri takvim), sayı olarak eski sayıları, ölçü olarak da okka, dirhem, arşın, endaze, vb. ölçülerin kullanılması, Türk toplumu ile Batı toplumları arasındaki ilişkilerde büyük karışıklık ve güçlüklere yol açmaktaydı.

26 Aralık 1925'te miladi takvimin kabul edilip, alaturka saat yerine Batı'da kullanılan alafranga saatin kabul edilmesiyle, 23 Mart 1931'de çıkarılan yasayla da gram, kilogram, ton, metre, kilometre gibi ölçülerin benimsenmesiyle, bir yandan Batı ülkeleriyle ilişkiler kolaylaştırılırken, bir yandan da yurdun her yerinde tutarlı bir ölçü ve ağırlık düzeni kurulmuş oldu.

10 - Soyadı Yasasının Kabulü (21 Haziran 1934)

Soyadı bulunmamasının günlük yaşamda yarattığı güçlük ve karışıklıkların önüne geçmek amacıyla 21 Haziran 1934'te çıkarılan yasayla, her Türk kendine uygun bir soyadı almakla yükümlü kılındı. 24 Kasım 1934'te çıkarılan bir yasayla da TBMM Mustafa Kemal'e Atatürk soyadını verdi.

Aynı yıl çıkarılan bir başka yasayla ayrıcalıkları belirten eski unvanların yasaklanmasıyla, yasalar önünde eşitlik ilkesinin gerçekleştirilmesinde önemli bir adım atılmış oldu.

11 - Eğitim ve Öğretim Devrimi (3 Mart 1924)

Osmanlı toplumundaki medreseler ile iptidai, rüştiye, idadi türünde okulların toplumun gereksinme duyduğu elemanları yetiştirme açısından özellikle sayı bakımından yetersiz kaldığını gözleyen, eğitimin önemini yaptığı konuşmalarda sık sık vurgulayan Atatürk'ün yol göstericiliği altında TBMM, eğitim ve öğretim işlerini Milli Eğitim Bakanlığı'na verip, 3 Mart 1924'te çıkardığı Öğretimin Birleştirilmesi yasasıyla, mahalle mektepleri ve medreseleri kaldırdı.

Anadolu'nun çeşitli kentlerinde meslek okulları, teknik okullar, öğretmen okulları, ortaokul ve liseler açılırken, çıkarılan Üniversiteler Kanunu'yla Darülfünun kaldırılıp, yerine İstanbul Üniversitesi kuruldu

12 - Harf Devrimi (1 Kasım 1928)

Öğrenilmesi son derece güç olan Arap abecesinin okuryazar sayısının artmasını engellediğini, ayrıca Türkçe sesleri dile getirmede güçsüz kaldığını anlayan Atatürk'ün, 1926'dan başlayarak yaptırdığı araştırmalar sonucunda, Türkçe'nin yapısına en uygun abece olduğuna karar verilen Latin abecesi alınıp, yeniden düzenlenerek, 1 Kasım 1928'de çıkarılan Türk Harfleri Hakkında Kanun'la yürürlüğe kondu ve Atatürk'ün kendisinin de katıldığı yaygınlaştırma çalışmaları sonucunda, kısa süre içinde benimsendi.

13 - Dil Devrimi (12 Temmuz 1932)

Osmanlılar döneminde aydınların büyük ölçüde Farsça ve Arapça sözcük ve dilbilgisi kuralı içeren Osmanlıca'yı kullanmalarından ötürü, aydınlar ile halkın dil bakımından birbirlerinden kopmuş olmaları, cumhuriyet öncesindeki dönemde de bazı aydınları rahatsız etmiş, Selanik'te çıkarılan (1911) Genç Kalemler dergisinde; Yeni Dil hareketi başlatılmış, ama dilde yabancı sözlüklerden yeterli bir arınma sağlanamamıştı.

Türkçe'nin özleştirilerek yeni Türk abecesiyle dünyanın en zengin dillerinden biri haline getirilmesini amaç alan Atatürk, 12 Temmuz 1932'de, sonradan Türk Dil Kurumu adını alan Türk Dili Tetkik Cemiyeti'ni kurdurarak, Türkçe'nin gerçek bir bilim, edebiyat ve sanat diline dönüşmesi çalışmalarını hızlandırdı.

       http://www.savastepe.gov.tr/ataturkun-devrimleri


Saltanatın Kaldırılması

 Saltanatın Kaldırılması 1 Kasım 1922   .

Dilimize Arapçadan geçmiş olan saltanat sözcüğü, Süryanice “sultana” ve Asurca yabancı hükümdarlar için kullanılan “sil­ta­na” ile ilgili görülmüş, İslâm’ın ilk devirlerinde halife anlayışı olduğundan “sultan”, hükümdar değil sadece idari iktidar anlamında “bir başka valiye bağlı olmayan vali” manasını ihtiva etmiş, muhtemelen 11. yüzyılda Selçuklularla birlikte hükümdar karşılığı dünyevi iktidarı temsil etmek üzere kullanılmıştır.

Nitekim Bağdat’taki Abbasi halifeliği dini-siyasi otoriteyi temsil etmekte idi ki; Moğol istilâsı sonucu yıkılan hilâfet Mısır Memlûkları eliyle devam ettirilmiş görünmektedir.

Osmanlı hükümdarları hakan unvanının yanı sıra sultan unvanını da kullandılar, son zamanlarda bunun yanına bir de Mısır’dan alındığı söylenen halife unvanını ilave ettiler.

Sultan unvanı ile dünyevi, halife unvanıyla dini otoriteyi temsil ettiğine inanılan padişahın bu sıfatlarla bütün gücü elinde tuttuğu bilinmektedir.

Millî Mücadele’nin zaferle sonuçlanması ve akabinde imzalanan Mudanya Mütarekesi’nin barışa giden yolu açması, bir yandan Ankara’da bazı çevrelerde saltanatın kaldırılacağı endişesini yaratırken, diğer yandan Sadrazam Tevfik Paşa’nın inisiyatifi ele almak için Ankara nezdinde girişimde bulunmasına sebep olmuştur.

İcra Vekilleri Hey’eti reisi Rauf (Orbay) Bey, endişe duyanların başında gelmekte ve saltanatın kaldırılmayacağına dair Mustafa Kemal Paşa’dan kişisel güvence istemekteydi.

Refet (Bele) Paşa’nın evinde Ali Fuat (Cebesoy) Paşa’nın da katılımı ile yapılan dörtlü toplantıda Mustafa Kemal Paşa’nın saltanatın kaldırılmasının “bugünün meselesi” olmadığı şeklindeki açıklaması Rauf Bey’i rahatlatmıştır.

Ancak Tevfik Paşa’nın 17 Ekim 1922’de Mustafa Kemal Paşa’ya çektiği telgrafta, Büyük Zafer’i saltanat makamı ile Babıâli’ye hayatiyet kazandıracak bir unsur olarak girmesi, hatta Barış Konferansı’nda İstanbul Hükümeti’nin yanında yer almak suretiyle Ankara’nın “son görev”ini ifa etmesini bekler vaziyette bulunması, saltanatın kaldırılmasını günün meselesi haline getirdi.

Mustafa Kemal Paşa, Tevfik Paşa’nın telgrafına cevap niteliğinde olmak üzere TBMM’nin İstanbul’daki siyasî temsilcisi Hamit Bey’e Bursa’dan çektiği 18 Ekim 1922 tarihli telgrafta, “…Teşki­lât-ı Esasiye Kanunu ile şekil ve mahiyeti taayyün eden Türkiye Devletinin… mukadderatına vaziülyet… TBMM Hükümeti olduğunu belirterek, aynı kanun gereğince Türkiye’yi konferansta TBMM Hükümeti’nin temsil edeceğini bildirmiş, Hamit Bey de Gazi Paşa’nın talimatı doğrultusunda “üç günde beş defa” Tevfik Paşa’ya tebligatta bulunmasına rağmen sonuç elde edememiştir.

27 Ekim 1922’de İngiliz, Fransız, İtalyan temsilcileri ayrı ayrı verdikleri şifahi notalarla İstanbul ve Ankara hükümetlerini aynı anda, 13 Kasım 1922’ de Lozan’da açılacak konferansa davet etmeleri üzerine, 23 Ekim’de Ankara bu daveti kabul ettiğini bildirirken, aynı gün Tevfik Paşa tarafından TBMM Başkanlığına çekilen telgrafta, birlikte katılma önerisinde bulunuluyordu.

Tevfik Paşa’nın telgrafları, Mustafa Kemal Paşa’nın girişimleri sonucunda Ankara’da saltanatla ilgili düşünceler önemli ölçüde değişikliğe uğramıştır.

Mustafa Kemal Paşa, Barış Konferansı’nda ikiliği bertaraf edebilmek için saltanatın hemen kaldırılması doğrultusunda kararını vermiş ve bu konuda Rauf Bey ile Kâzım Karabekir Paşa’dan kararının uygun olduğuna dair meclis kürsüsünde beyanatta bulunmalarını istemiş, bu istek itirazsız kabul görmüş, hatta Rauf Bey daha ileri giderek bu günün bayram ilân edilmesini önermiştir.

Sadrazamın barış konferansına birlikte katılma önerisi TBMM’de büyük tepki ile karşılandı.

30 Ekim 1922 tarihindeki birleşimde bu konu müzakere olundu. 

Vahi­deddin’in ve onun hükümetlerinin Milli Mücadeledeki olumsuz icraatından dolayı saltanat makamını suçlandıran konuşmalar yapıldı.

Bu nedenle bazı mebuslar İstanbul Hükümeti’nin konferansa katılma haklarının bulunmadığını söylerken, İstanbul Hükümeti’nin yok sayılmasını ve hatta saltanatın kaldırılmasını isteyenler de olmuştur.

Aynı birleşimde saltanatın kaldırılmasına dair Dr. Rıza Nur ve arkadaşlarınca Meclis Başkanlığına sunulan altı maddelik önerge, 131 kabul, 2 ret, 3 çekimser oya karşılık çoğunluk sağlanamadığından işlem tamamlanamadı ve 1 Kasım Çarşamba günü tekrar oylanmak üzere oturuma son verildi.

TBMM’nin çalışmalarına ara verdiği 31 Ekim Salı günü Müdafaa-i Hukuk Grubu toplantısında Mustafa Kemal Paşa, saltanatın kaldırılmasının zorunlu hale geldiğine dair açıklamada bulundu.

1 Kasım Çarşamba günkü 130. birleşimin birinci oturumunda konu tekrar gündeme getirildi.

Dr. Rıza Nur ve arkadaşları önergelerinin altıncı maddesine yönelik değişiklik teklifinde bulundular.

Burada hilâfetin Türklere, hususiyle Osmanlı hanedanına ait olduğu kabul edilmiş ve halifenin ne şekilde, kim tarafından belirleneceğine açıklık getirilmiştir. 

Hüseyin Avni (Ulaş) Bey ve arkadaşlarınca verilen 26 imzalı iki maddelik diğer bir önergede de İstanbul Hükümeti’nin 16 Mart 1920’den itibaren tarihe karıştığı vurgulanmış, fakat saltanatın kaldırılması ile ilgili her hangi bir açıklamada bulunulmamış, dolayısıyla bu önerge sadece İstanbul Hükümeti’ni hedef almıştır.

Mustafa Kemal Paşa her iki teklif üzerinde yapmış olduğu uzunca konuşmasında hilâfetle saltanatın birbirinden ayrılabileceğini, tarihten alıntılar yaparak açıklamış neticede söz konusu tekliflerin Şer’iye, Adliye ve Kanun-ı Esasi encümenlerinden oluşan ortak komisyona havalesi kabul olunarak birinci oturuma son verilmiştir.

Teklifler, ortak komisyonda görüşülürken, durumu yakından izlemekte olan Mustafa Kemal Paşa, toplantı odasına girerek komisyona hitaben yaptığı konuşmada hakimiyet ve saltanatın kuvvet ve kudretle alınabileceğini, milletin ayaklanarak zaten bunları elde ettiğini, yapılacak işin fiili durumu resmîleştirmekten ibaret bulunduğunu, aksi takdirde bazı kafaların kesileceğini söylemesi üzerine aydınlanan komisyon üyeleri, bu görüşler doğrultusunda bir karar tasarısı metni hazırlayıp meclis başkanlığına sunmuşlardır.

Genel Kurulun 130. birleşiminin ikinci oturumunda ittifakla kabul olunan iki maddelik “TBMM’nin Hukuk-ı Hakimiyet ve Hükümranının Mümessil-i Hakikisi Olduğuna Dair Hey’et-i Umumiye Kararı”na göre saltanatla hilâfet birbirinden ayrılmış, saltanat kaldırılmış, hilâfetin varlığı korunmuş, hilâfet makamının Osmanlı hanedanına ait olduğu, ilim ve ahlâk bakımlarından hanedanın en iyi ve en olgun mensubunun bu makama TBMM tarafından seçileceği belirtilmiştir.

Aynı kararda İstanbul Hükümeti’nin varlığına son verilmiştir.

Dursun Ali AKBULUT

https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/saltanatin-kaldirilmasi/

 

AYRICA BAKINIZ:

     Sinan Meydan:

“Çürümüş gölge adamlar” Saltanatın Kaldırılması"

https://www.sozcu.com.tr/2021/yazarlar/sinan-meydan/curumus-golge-adamlar-saltanatin-kaldirilmasi-6740923/


 

HARF DEVRİMİ

     HARF DEVRİMİ - 1 KASIM 1928

    Türkiye Cumhuriyeti Yazısını Niçin Değiştirdi?

Türkiye Cumhuriyeti beşinci yılını doldurur ve birbiri arkasına devrimler yapılırken Mustafa Kemal ve arkadaşları ekin devriminin en önemli, en büyük adımını atmaya hazırlanırlar.

Çünkü genç cumhuriyete, Osmanlı İmparatorluğunun kalıtı olan Arap abecesi türlü sorunlar yaratmaktadır. İmparatorluk, yüzyıllarca Arap abecesini kullanmıştır.

Bu abece, doğallıkla bükünlü bir dil olan Arapçanın doğasına yatkındır; bağlantılı dil özelliği taşıyan Türkçenin doğasındaki sesleri yansıtmaktan uzak bir dizgedir; Türkçenin ünlü seslerini göstermemekte; h, k, s gibi kimi ünsüzler için birkaç ayrı harf kullanılmaktadır.

Arap abecesi, ayrıca dinsel anlamlar yüklenmiş bir dizgedir.

Okuryazar olmayan halk, bu abeceyle yazılmış tüm kitaplara, gördüğü her basılı kâğıda inanç penceresinden bakmakta, kutsal kitap yazısıyla yazılmış her şeyi âdeta kutsallaştırmakta; bu nedenle salt okuma yazma bilmek bile dinle ilişkilendirilmekteydi.

Okuryazar olmayan halk, dilekçesini, mektubunu yazmaktan yoksundu, eski yazıyı bilenlerin yönlendirmesine açıktı.

Yönünü çağdaş uygarlığa çeviren genç cumhuriyetin amaçladığı devrimlerin yaşama biçimi olması için ilk engellerden biri yazıdır. Kaldı ki cumhuriyet öncesi yazı ve dil, Osmanlı aydınlarınca da yoğun tartışmalara yol açmıştır.

Mustafa Kemal'in yazının değiştirilmesine ilişkin düşüncesi yeni değildir, bu düşünceyi çevresiyle tartışarak geliştirmiş, o güne değin yapılan çalışmalar da göz önüne alınarak bir kurul oluşturulmuş, bu kurula "Alfabe Komisyonu" denmiş, bu adın yanına bir de "Dil Encümeni" eklenmiştir.

Bu kurulda dokuz üye bulunuyordu.

Ragıp Hulusi Özden, İbrahim Grantay, Ahmet Cevat Emre, Emin Erişirgil, İhsan Sungu, Avni Başman, Falih Rıfkı Atay, Ruşen Eşref Ünaydın, Yakup Kadri Karaosmanloğlu'ndan oluşan kurul çalışmalarını kısa zamanda tamamladı.

Mustafa Kemal, yeni abeceyi Dilci İbrahim Necmi Dilmen'den öğrenmiş, 4-5 Ağustos 1928 gecesi Başbakan İsmet İnönü'ye yeni harflerle mektup yazmıştı. 9-10 Ağustos akşamı Sarayburnu'nda düzenlenen bir dinletide Falih Rıfkı Atay, Atatürk'ün yeni harflerle yazdığı açıklamayı yüksek sesle okudu:

            "Arkadaşlar, güzel dilimizi ifade etmek için yeni Türk harflerini kabul ediyoruz. Bizim güzel, ahenkli, zengin dilimiz yeni Türk harfleriyle kendini gösterecektir. Yüzyıllardan bu yana kafalarımızı demir çerçeve içinde bulundurarak anlaşılmayan ve anlayamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak, bunu anlamak zorundasınız. Anladığımızın belirtilerine yakın gelecekte bütün dünya tanık olacaktır. Buna kesinlikle inanıyorum."

Atatürk, aynı gece Sarayburnu'nda halka şunları söylemiştir:

"Bugün yapmak zorunda bulunduğumuz çok değerli bir iş daha vardır: Yeni Türk harflerini çabuk öğrenmek... Kadına, erkeğe, hamala, sandalcıya, bütün yurttaşlara öğretiniz... Bunu yurtseverlik, ulusseverlik görevi biliniz. Bu görevi yaparken düşününüz ki bir ulusun, bir sosyal topluluğun yüzde onu ancak okuma yazma bilir, yüzde doksanı bilmezse, bundan insan olanların utanması gerek."

Atatürk, yazıyı değiştirecek devrimi anlatabilmek için hemen yurt gezilerine başladı.

Birçok yerde tahta başında yeni harfleri yazdı, yazdırdı; yeni yazıyı tanıttı, bu yazının ne denli kolay öğrenilebileceğini belirterek her konuda olduğu gibi bu işte de ulusuna öncü oldu.

Türkiye Büyük Millet Meclisi, 1 Kasım 1928'de 1353 Sayılı Yasayla 29 harften oluşan yeni Türk abecesini kabul etti.

Yeni abecenin bütün ulusa öğretilmesi, "Millet Mektepleri" (Ulus Okulları) denilen, bir bakıma ülkedeki ekin devrimini hızlandıran kurumlar aracığıyla sağlandı.

Mustafa Kemal Atatürk'ün, 1 Kasım 1928'de TBMM'yi açarken söylediği şu sözler, Harf Devrimini ve önemini çok iyi tanımlamaktadır:

"Büyük Millet Meclisi'nin kararıyla Türk harflerinin kesinlik ve yasallık kazanması, bu memleketin yükselme uğraşında başlı başına bir geçit olacaktır.

Yeni Yazı, Eski Dile Ayna Tutuyor

Yeni yazı, bir gerçeği gözler önüne sermişti.

Bu yazıyla Osmanlıcayı oluşturan yabancı sözcükleri, tamlamaları yazmak, yazım birliği sağlamak kolay olmuyordu.

Yazı Devrimi, bir bakıma dile ayna tutmuş, Türkçenin üzerinden kalın bir perde kalkmıştı sanki.

Başka dillerden, özellikle Arapça ve Farsçadan akın eden, bu dillerin yapısına uydurulmaya çalışılarak yapılan uzunlu kısalı, anlaşılması zor "terkipler"in, her biri başka başka yazılan batı kaynaklı sözcüklerin boyunduruğu altındaki Türkçe tanınmayacak durumdaydı.

Kuşkusuz Osmanlıca, yüzyıllar süren bir imparatorluğun diliydi; bu nedenle yadsınamazdı; ama kendi benliğinden çok uzaklaşmış bir dille genç cumhuriyetin bilimsel, sanatsal yaratıcılığının ortaya çıkarması, düşünsel üretimin hızlanması, bütün bilim, sanat, teknik kavramların karşılanması da olanaksızdı.

      Mustafa Kemal, dilin de yenileşmesi gerektiğini yakın çevresine açıklamıştı.

      Yazı Devrimini gerçekleştiren "Dil Encümeni" dağılmamış, Milli Eğitim Bakanlığı içinde bir birim olarak dil işleriyle ilgilenmeye başlamıştı.

       Yazım (imla) konusu, bu kurulun çözmesi gereken ilk sorundu, nitekim "Dil Encümeni" ilkin "İmla Lügatı" (1928) adıyla bir yazım kılavuzu hazırladı.

        Arkasından "Türk Söz Kitabı" adıyla sözlük hazırlığına girişildi.

       Ancak hem kurul üyeleri arasında anlaşmazlık vardı, hem bu anlaşmazlıklar TBMM kürsüsüne dek uzanıyordu.

      Bu kurulun dilin yenileşmesi için sağlıklı çalışamayacağı, siyasal erkin dil işlerine sık sık karışacağı belli olmuştu; nitekim 1931 yazında Milli Eğitim Bakanlığı ödeneğini kesince, Dil Encümeninin çalışmaları son buldu.

             http://www.dildernegi.org.tr/TR,609/harf-devrimi---1-kasim-1928.html

 

TÜRKÜM DİYENE

. NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE! Bu sözden neler anlamalıyız? "Ne mutlu Türk'üm diyene!" sözü, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu...