DİN HAKKINDA
Din
gerekli bir kurumdur.
Dinsiz
milletlerin devamına imkân yoktur.
Yalnız şurası
var ki, din Allah ile kul arasındaki bağlılıktır.
1930 (Kılıç Ali, Atatürk’ün Hususiyetleri, 1955 s. 116)
Din vardır ve
gereklidir.
(Asaf İlbay, Tan gazetesi, 13. 7. 1949)
Din, bir
vicdan sorunudur. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir, özgürdür. Biz
dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye karşı değiliz. Biz, din işlerini
millet ve devlet işleriyle karıştırmamaya çalışıyor, amaca ve eyleme dayanan
bağnaz hareketlerden sakınıyoruz ve buna asla meydan vermeyeceğiz.
(Asaf İlbay, Tan gazetesi, 13.7.1949)
TANRI VE İNSANLIĞIN GEÇİRDİĞİ
DÖNEMLER
Ey
arkadaşlar!
Tanrı birdir,
büyüktür; tanrısal inanışların belirtisine bakarak diyebiliriz ki:
İnsanlar iki
sınıfta, iki dönemde incelenebilir, İlk dönem, insanlığın çocukluk ve gençlik
dönemidir.
İkinci dönem,
insanlığın erginlik ve olgunluk dönemidir.
İnsanlık
birinci dönemde tıpkı bir çocuk gibi, tıpkı bir genç gibi yakından ve maddî
vasıtalarla kendisiyle meşgul olunmayı gerektirir. Allah, kullarının gereken
olgunlaşma noktasına erişinceye kadar içlerinden vasıtalarla dahi kullarıyla
meşgul olmayı tanrılık özelliğinin gereklerinden saymıştır. Onlara Hazreti Âdem
Aleyhisselâm’dan itibaren bilinen ve bilinmeyen sayısız denecek kadar çok
nebiler, peygamberler ve elçiler göndermiştir.
Fakat
Peygamberimiz aracılığıyla en son dini, uygar gerçekleri verdikten sonra artık
insanlıkla aracı ile temasta bulunmaya gerek görmemiştir. İnsanlığın kavrayış,
aydınlanış ve olgunlaşma derecesi,her kulun doğrudan doğruya, tanrısal
ilhamlarla temas yeteneğine eriştiğini kabul buyurmuştur ve bu sebepledir ki,
Cenab-ı Peygamber, peygamberlerin sonuncusu olmuştur ve kitabı, en eksiksiz
kitaptır.
1922 (Nutuk III, s. 1241)
Hz. MUHAMMED HAKKINDA
Muhammed
Mustafa, peygamber olmadan evvel kavminin sevgisine, saygısına, güvenine
erişti.
Ondan sonra
ancak kırk yaşında nübüvvet* ve kırk üç yaşında risâlet** geldi.
Fahrıâlem
Efendimiz, sonsuz tehlikeler içinde, tükenmez sıkıntılar ve zorluklar karşısında
yirmi sene çalıştı ve İslâm dinini kurmağa ait peygamberlik görevini yapmayı
başardıktan sonra gökyüzünün ve cennetin en yüksek katına erişti.
1922 (Atatürk’ün S.D.l, s. 262-263)
1923 yılında Balıkesir
Zağnos Paşa Camii’nde minberden söylemiştir:
Peygamberimiz
Efendimiz Hazretleri, Cenab-ı Hak tarafından insanlara dinî gerçekleri
bildirmeye memur ve elçi olmuştur.
Anayasası,
hepimizce bilinir ki, şanı büyük olan yüce Kur’an’daki naslardır.
İnsanlara
gelişme ve aydınlanma ışığı vermiş olan dinimiz, son dindir, en eksiksiz
dindir; çünkü dinimiz akla, mantığa, gerçeğe tamamen uyuyor ve uygun düşüyor.
Eğer akla,
mantığa ve gerçeğe uymasaydı, bununla diğer ilâhî doğa yasaları arasında
karşıtlık olması gerekirdi; çünkü bütün evren yasalarını yapan Cenab-ı
Haktır.
1923 (Atatürk’ün S.D.11, s. 94)
Hz. Muhammed’i, yüksek
kişiliğine yaraşır şekilde belirtemeyen bir eser hakkında söylemiştir:
Muhammed’i
bana, cezbeye tutulmuş sönük bir derviş gibi tanıttırmak gayretine kapılan bu
gibi cahil adamlar, onun yüksek kişiliğini ve başarılarını asla
kavrayamamışlardır.
Anlamaktan da
çok uzak görünüyorlar.
Cezbeye tutulmuş bir derviş, Uhud Savaşı’nda en büyük bir komutanın yapabileceği bir plânı nasıl düşünür ve uygulayabilir?
Tarih, gerçekleri değiştiren bir sanat
değil, belirten bir bilim olmalıdır. Bu küçük savaşta bile askerî dehası kadar
siyasal görüşüyle de yükselen bir insanı, cezbeli bir derviş gibi anlatmağa
yeltenen cahil serseriler, bizim tarih çalışmamıza katılamazlar. Muhammed, bu
savaş sonunda çevresindekilerin direnmelerini yenerek ve kendisinin yaralı
olmasına bakmayarak, galip düşmanı izlemeye kalkışmamış olsaydı, bugün
yeryüzünde Müslümanlık diye bir varlık görülemezdi.
1930 (Şemsettin Günaltay, Ülkü Dergisi, Cilt : 9, Sayı: 100, 1945, s. 3)
O, Allah’ın
birinci ve en büyük kuludur. Onun izinde bugün milyonlarca insan yürüyor.
Benim, senin adın silinir, fakat sonsuza kadar O, ölümsüzdür.
1926 (Ali Rıza Ünal, Atatürk Hakkındaki Anılarım, Türkiye Harb Malûlü Gaziler
Dergisi, Sayı: 158, 1969, s.23)
Musa, cahiliyet devrinde "Evâmir-i aşere"*siyle insanlığa erdem
dersleri vermiştir.
Musa ile
Muhammed’in arasını yüzyıllar doldurmuştur.
İnsanlık son
bedeviyet döneminde, ne de olsa ilerlemiştir. Hazret-i Muhammed, Musa döneminin
din görüşlerindeki hurafeleri kısmen atmayı başarmıştır.
(Asaf İlbay, Tan gazetesi 13. 7. 1949)
Hz. MUHAMMED’İN
ÖLÜMÜ VE SONRASI
Büyük
bir devrim yaratan Muhammed’e karşı beslenilen sevgi, ancak onun ortaya koyduğu
fikirleri, esasları korumakla belirmesi gerekti.
Peygamber
ölür ölmez düşünülecek şey, onu bir an evvel toprağa vermek değil, yaratmış
olduğu devrimi güven altına almaktı.
Bu da, yerine
evvelâ devrimi kavramış en yakın bir arkadaşını geçirerek baş gösterecek
tehlikeleri önlemekle olurdu.
Devrimi
kavramış ve ona bütün varlığıyla bağlanmış böyle bir halef seçtikten sonradır
ki onun gömülmesi düşünülebilirdi.
O zaman, beş
on akraba ile değil, bütün kendisine bağlananların katılımıyla ve şanına lâyık
bir törenle fâni cesedi ebedî istirahat yerine bırakılırdı…
Ne Ali, ne de
diğer Hâşimoğulları bunu düşünemediler.
Bu gerçeği o
zaman ancak üç büyük insan kavramıştır: Ebubekir, Ömer ve Ebu Ubeyde.
Tarih
olaylarının gelişimi, Müslümanlığın bu üç büyük insanın girişim ve
gayretleriyle kurtulmuş olduğunu meydana koymuştur.
Devrimin bu
üç siması, yaratıcısı kadar büyük insanlardır.
1930 (Şemsettin Günaltay, Ülkü Dergisi, Cilt:9, Sayı: 100, 1945, s.4)
İSLÂM DİNİ HAKKINDA
Bizim
dinimiz, akla en uygun ve en doğal bir dindir.
Ve ancak bu nedenledir ki son din
olmuştur.
Bir dinin
doğal olması için akla, tekniğe, bilime ve mantığa uyması gereklidir.
Bizim dinimiz
bunlara tamamen uygundur.
Müslümanların
toplumsal yaşamında, hiç kimsenin özel bir sınıf halinde varlığını korumaya
hakkı yoktur. Kendilerinde böyle bir hak görenler, dinî emirlere uygun
harekette bulunmuş olmazlar.
Bizde
ruhbanlık yoktur, hepimiz eşitiz ve dinimizin kurallarını eşit olarak öğrenmek
zorundayız.
Her birey dinini,
din duygusunu, imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır; orası da
Okuldur.
1923 (Atatürk’ün S.D. 11, s. 90)
Müslümanlık,
aslında en geniş anlamıyla hoşgörülü ve çağdaş bir dindir.
(Atatürk’ten BM., s. 70)
Allah
kendisine uymaya mecbur tuttuğu insanların esasen kalp ve vicdanındaki gerçek
gereksinimleri tamamen bilir. Bu nedenle gönderdiği kitap, tamamen o
gereksinime uygun hükümler içeren bir kitaptır.
1921 (Atatürk’ün S.D.l, s.203)
Kendisine, 1923 yılında armağan olarak küçük boyda bir Kur’an gönderilmesi
üzerine teşekkürü:
Bence
değerini takdire imkân olmayan bu hediyeyi, en derin ve hürmetkar din
duygularımla saklayacağım.
1923 (Atatürk’ün T.T.B.IV, s. 480-481)
İSLÂM DİNİ VE ÇALIŞMAK
Büyük
dinimiz, çalışmayanın insanlıkla ilgisi olmadığını bildiriyor.
Bazı kimseler zamanın
yeniliklerine uymayı kâfir olmak sanıyorlar.
Asıl küfür,
onların bu zannıdır.
Bu yanlış
yorumu yapanların amacı, İslamların kâfirlere esir olmasını istemek değil de
nedir? Her sarıklıyı hoca sanmayın, hoca olmak sarıkla değil, beyinledir.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 128)
Allah’ın emri
çok çalışmaktır. İtiraf ederim ki, düşmanlarımız çok çalışıyor.
Biz de
onlardan daha fazla çalışmak zorundayız.
Çalışmak
demek, boşuna yorulmak, terlemek değildir.
Zamanın
gereklerine göre bilim ve teknik ve her türlü uygarlık buluşlarından en üst
derecede yararlanmak zorunludur.
Hepimiz
itirafa mecburuz ki, bu husustaki hatalarımız çok büyüktür.
1923 (Atatürk’ün S.D.1I, s. 92)
Bizim
dinimiz, milletimize değersiz, miskin ve aşağı olmayı öğütlemez.
Aksine Allah
da, Peygamber de insanların ve milletlerin değer ve şerefini korumalarını
emrediyor.
1923 (Atatürk’ün S.D.1I, s. 92)
İSLÂM DİNİNDE ÖLÇÜ
Özellikle
bizim dinimiz için herkesin elinde bir ölçü vardır.
Bu ölçü ile hangi şeyin bu dine
uygun olup olmadığını kolayca takdir edebilirsiniz.
Hangi şey ki
akla, mantığa, halkın yararına uygundur; biliniz ki o, bizim dinimize de
uygundur.
Bir şey akıl
ve mantığa, milletin yararına, İslâmın yararına uygunsa kimseye sormayın; o şey
dinîdir. Eğer bizim dinimiz aklın, mantığın uyduğu bir din olmasaydı mükemmel
olmazdı, son din olmazdı.
1923 (Atatürk’ün S.D.ll, s. 127)
TÜRK MİLLETİ VE
MÜSLÜMANLIK
Türk
milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır demek
istiyorum.
Dinime, bizzat gerçeğe nasıl inanıyorsam, buna da öyle inanıyorum.
Bilince
aykırı, ilerlemeye engel hiçbir şey içermiyor.
Halbuki
Türkiye’ye bağımsızlığını veren bu Asya milletinin içinde daha karışık, yapay,
bâtıl inançlardan ibaret bir din daha vardır.
Fakat bu
konuda yeterli bilgisi olmayanlar, bu âcizler sırası gelince,
aydınlanacaklardır.
Onlar ışığa
yaklaşamazlarsa, kendilerini yitirmiş ve mahkûm etmişler demektir; onları
kurtaracağız.
1923 (Atatürk’ün S.D.III, s. 70)
Milletimiz din ve dil gibi kuvvetli iki erdeme sahiptir.
Bu erdemleri
hiçbir kuvvet, milletimizin kalp ve vicdanından çekip alamamıştır ve alamaz.
1922 (Atatürk’ün S.D.I1, s. 66-67)
HUTBE HAKKINDA
Hutbe demek
halka seslenmek, yani söz söylemek demektir.
Hutbenin
anlamı budur.
Hutbe
denildiği zaman bundan birtakım kavram ve anlamlar çıkarılmamalıdır.
Halkı, genel
durumdan haberdar etmek son derecede önemlidir.
Çünkü her şey
açık söylendiği zaman halkın beyni çalışma halinde bulunacak, iyi şeyleri
yapacak ve milletin zararına olan şeyleri reddederek şunun veya bunun
arkasından gitmeyecektir.
Hutbelerin
halkın anlayamayacağı bir dilde olması ve onların da bugünkü gerek ve
gereksinimlerimize değinmemesi, halife ve padişah adını taşıyan zorbaların
arkasından köle gibi gitmeye zorlamak içindi. Hutbeden amaç, halkın
aydınlanması ve doğru yolun gösterilmesidir; başka şey değildir.
Yüz, iki yüz,
hattâ bin yıl evvelki hutbeleri okumak, insanları bilgisizlik ve dalgınlık
içinde bırakmak demektir.
Hutbe
okuyanların herhalde halkın kullandığı dille görüşmesi gereklidir.
Geçen yıl
Millet Meclisi’nde söylediğim bir söylevde demiştim ki:
"Minberler,
halkın beyinleri, vicdanları için bir verim kaynağı, bir ışık kaynağı
olmuştur."
Böyle
olabilmek için minberlerden yansıyacak sözlerin bilinmesi ve anlaşılması,
teknik ve bilim gerçeklerine uygun olması gerekir.
Hutbe
okuyanların, siyasî durumu, toplumsal ve uygar durumu her gün izlemeleri
zorunludur.
Bunlar
bilinmediği takdirde halka yanlış öğretilmiş olur.
Bu nedenle
hutbeler tamamen Türkçe ve zamanın gereklerine uygun olmalıdır
ve olacaktır.
1923 (Atatürk’ün S.D. 11, s. 95-96)
CAMİLER VE MİNBERLER
HAKKINDA
Camilerin
mukaddes minberleri halkın ruhî, ahlâkî gıdalarına en yüksek, en verimli
kaynaklardır. Minberlerden halkın anlayabileceği dille ruh ve beyne
seslenilmekle Müslümanların vücudu canlanır, beyni temizlenir, imanı
kuvvetlenir, kalbi cesaret bulur.
Fakat buna
karşılık hutbe okuyanların taşımaları gereken bilimsel özellikler, özel
yeterlilik ve dünya durumunu anlayıp bilme, önemlidir.
1922 (Atatürk’ün S.D.I, s. 225)
Camiler, birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır.
Camiler,
Allah’ın emrine uyma ve ibadet ile beraber din ve dünya için neler yapılmak
gerektiğini düşünmek, yani danışmak için yapılmıştır.
1923 (Atatürk’ün S.D.I1, s. 94)
EZAN VE KUR’AN’IN OKUNUŞU
Ezan ve Kur’an’ı Türklerden başka hiçbir Müslüman milleti bu
kadar güzel okuyamaz.
Bunlara
muhteşem müzik ahengi veren Türk sanatkârlarıdır.
1933 (Abdülkadir İnan, İki Hatıra, Türk Dili Dergisi, TDK, Sayı: 74, 1957, s.
66)
Kur’an’ın Türkçeye çevrilmesi
Kur’an’ın
çevrilmesini emrettim.
Bu da ilk
defa olarak Türkçeye çevriliyor.
Muhammed’in
yaşamına ait bir kitabın çevrilmesi için de emir verdim.
1930 (Atatürk’ün SJD. III, s. 85; Ayın Tarihi, N: 73, 1930)
MÜSLÜMANLIKTA ÖZEL SINIF
YOKTUR
Her
şeyden evvel şunu, en basit bir dinî gerçek olarak bilelim ki, bizim dinimizde
bir özel sınıf yoktur. Ruhbani-yeti reddeden bu din, tek başına sahiplenmeyi
kabul etmez.
Meselâ din
bilginleri; mutlaka aydınlatmak görevi bu bilginlere ait olmadıktan başka
dinimiz de bunu kesinlikle meneder.
O halde biz
diyemeyiz ki, bizde bir özel sınıf vardır; diğerleri dinî bakımdan aydınlatmak
hakkından mahrumdur.
Böyle
düşünürsek suç bizde, bizim bilgisizliğimizdedir.
Hoca olmak
için yani dinî gerçekleri halka öğretmek için, mutlaka ilmî kıyafet gerekli
değildir.
Bizim yüce
dinimiz, her Müslüman erkek ve kadına araştırmayı farz kılıyor ve her Müslüman,
bu dine bağlananları aydınlatmakla görevlidir.
Bir fikri
daha düzeltmek isterim.
Milletimizin
içinde gerçek din bilginleri, bilginlerimiz içinde milletimizin gerçekten
övünebileceği din bilginlerimiz vardır.
Fakat bunlara
karşılık, ilmî kıyafet altında bilim gerçeğinden uzak, gereği kadar okuyup
öğrenmemiş, bilim yolunda yeteri kadar ilerleyememiş hoca kıyafetli cahiller de
vardır.
Bunların
ikisini birbirine karıştırmamalıyız.
1923 (Atatürk’ün S.D.1I, s. 144)
SEÇKİN DİN BİLGİNLERİNİN
YETİŞTİRİLMESİ
Nasıl
ki her hususta yüksek meslek ve uzmanlık sahipleri yetiştirmek gerekli ise,
dinimizin felsefî gerçeğini inceleme, araştırma ve telkin bakımından ilmî ve
fennî kudrete sahip olacak seçkin ve gerçek din bilginleri de yetiştirecek
yüksek kurumlara sahip olmalıyız.
1923 (Atatürk’ün S.D.H, s. 90)
Cumhuriyet
Hükümeti’mizin bir Diyanet İşleri Başkanlığı makamı vardır.
Bu makama
bağlı müftü, hatip, imam gibi görevli birçok memurları bulunmaktadır.
Bu görevli
kişilerin bilimleri, erdemleri derecesi hepimizce bilinmektedir.
Ancak burada
görevli olmayan birçok insanlar da görüyorum ki, aynı resmî giysiyi giymekte
devam etmektedirler.
Bu gibiler
içinde çok cahil, hatta okuma yazması olmayanlara tesadüf ettim.
Özellikle bu
gibi bilgisizler, bazı yerlerde halkın temsilcileri imiş gibi onların önüne
düşüyorlar.
Halkla
doğrudan doğruya temasa âdeta bir engel oluşturmak sevdasında bulunuyorlar.
Bu gibilere
sormak istiyorum: "Bu vaziyet ve yetkiyi kimden, nereden
almışlardır?"
Millete
hatırlatmak isterim ki, bu lâubaliliğe izin vermek asla doğru değildir.
Herhalde
yetki sahibi olmayan bu gibi kişilerin, görevli olan kimselerle aynı giysiyi
taşımalarındaki sakınca bakımından hükümetin dikkatini çekeceğim.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, S. 215-216)
TEKKELER HAKKINDA
Tekkeler
kesinlikle kapanmalıdır.
Türkiye
Cumhuriyeti, her kolda doğru yolu gösterecek güce sahiptir.
Hiçbirimiz
tekkelerin uyarmasına muhtaç değiliz.
Biz
uygarlıktan, bilim ve teknikten kuvvet alıyoruz ve ona göre yürüyoruz; başka
bir şey tanımayız. Doğru yoldan sapmışların amacı, halkı kendinden geçmiş ve
abdal yapmaktır.
Halbuki
halkımız, abdal ve kendinden geçmiş olmamaya karar vermiştir.
Bunlar basit
bir iş görünür; fakat önemi vardır.
Biz dünya
ailesi içinde uygarız.
Her görüş
noktasından uygarlığın gereklerini uygulayacağız.
1925 (Mustafa Selim İmece, Atatürk’ün Ş.D.K. ve İS., s.68)
EN GERÇEK TARİKAT
Ölülerden
yardım istemek, uygar bir toplum için ayıptır.
Var olan
tarikatların amacı kendilerine bağlı olan kimseleri dünyevî ve manevî yaşamda
mutluluğa eriştirmekten başka ne olabilir?
Bugün
bilimin, tekniğin, bütün kapsamıyla uygarlığın alevi karşısında filân veya
falan şeyhin yol göstermesiyle maddî ve manevî mutluluk arayacak kadar ilkel
insanların Türkiye topluluğunda varlığını asla kabul etmiyorum.
. Efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki,
Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz.
. En doğru ve en gerçek tarikat, uygarlık
tarikatıdır.
1925 (Atatürk’ün S.D.II, S. 215)
DİNİN SİYASETE ÂLET EDİLİŞİ
Bizi
yanlış yola yönelten soysuz kimseler bilirsiniz ki, çok kere din perdesine
bürünmüşler, saf ve temiz halkımızı hep şeriat sözleriyle aidata gelmişlerdir.
Tarihimizi
okuyunuz, dinleyiniz…
Görürsünüz ki
milleti mahveden, esir eden, harap eden fenalıklar hep din niteliği altındaki
küfür ve kötülükten gelmiştir.
Onlar her
türlü hareketi dinle karıştırırlar.
Halbuki,
Allah’a şükürler olsun hepimiz Müslümanız, hepimiz dindarız; artık bizim, dinin
gereklerini öğrenmek için şundan bundan derse ve akıl hocalığına gereksinmemiz
yoktur.
Analarımızın,
babalarımızın kucaklarında verdikleri dersler bile, bize dinimizin esaslarını
anlatmaya yeterlidir.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 127)
Terakkiperver Cumhuriyet
Fırkası ve dinin siyasete âlet edilişi
"Parti,
dinî düşünce ve inançlara saygılıdır" kuralını bayrak olarak eline alan
kimselerden, iyi niyet beklenebilir miydi?
Bu bayrak,
yüzyıllardan beri, cahil ve bağnazları, hurafelere inananları aldatarak özel
amaçlar sağlamaya kalkışmış olanların taşıdıkları bayrak değil miydi?
Türk milleti, yüzyıllardan beri sayısız felâketlere, içinden çıkabilmek için büyük özveriler gerektiren pis bataklıklara hep bu bayrak gösterilerek yöneltilmemiş miydi?
Cumhuriyetçi
ve ilerici olduklarını zannettirmek isteyenlerin, aynı bayrakla ortaya
atılmaları, dinî bağnazlığı coşturarak, milleti, cumhuriyetin, ilerleme ve
yeniliğin tamamen aleyhine kışkırtmak değil miydi?
Yeni parti, dinî düşünce ve inançlara
saygı perdesi altında:
Biz hilâfeti tekrar isteriz; biz yeni
yasalar istemeyiz; bizce Mecelle yeterlidir; medreseler, tekkeler, cahil
softalar, şeyhler, müritler, biz sizi koruyacağız; bizimle beraber olunuz.
Çünkü, Mustafa Kemal’in partisi
hilâfeti kaldırdı.
İslâmiyeti bozuyor. Sizi gavur
yapacak, size şapka giydirecektir diye bağırmıyor muydu! Yeni partinin
kullandığı kalıplaşmış anlatım, bu gerici feryatlarla dolu değildir denilebilir
mi?
Efendiler,
olaylar da gösterdi ve kanıtladı ki, Terakkiperver Cumhuriyet Partisi programı
en hain beyinlerin ürünüdür.
Bu parti,
memlekette suikastçıların sığınağı, güvenme ümidi oldu; dış düşmanların, yeni
Türk Devleti’ni, taze Türk Cumhuriyeti’ni yıkmaya yönelik plânlarının
kolaylıkla uygulanmasına yardımcı olmaya çalıştı.
1927 (Nutuk II, s. 889-890)
DİN OYUNU AKTÖRLERİ
Bunca
yüzyıllarda olduğu gibi, bugün de, milletlerin bilgisizliğinden ve
bağnazlığından yararlanarak bin bir türlü siyasî ve kişisel amaç ve çıkar
sağlamak için, dini âlet ve araç olarak kullanmak girişiminde bulunanların,
içeride ve dışarıda varlığı, bizi bu konuda söz söylemekten, ne yazık ki, henüz
uzak bulundurmuyor.
İnsanlıkta,
din hakkındaki bilgi ve anlayış, her türlü hurafelerden sıyrılarak gerçek bilim
ve tekniğin ışıklarıyla arınmış ve mükemmel oluncaya kadar, din oyunu
aktörlerine, her yerde tesadüf olunacaktır.
1927 (Nutuk II, s. 708)
DİNİ SİYASETE ÂLET EDENLERLE MÜCADELE
Adî ve alçak hilelerle hükümdarlık yapan halifeler ve onlara dini
âlet yapmaya tenezzül eden sahte ve imansız bilginler, tarihte daima rezil
olmuşlar, rezil edilmişler ve daima cezalarını görmüşlerdir.
Dini kendi
tutkularına âlet yapan hükümdarlar ve onlara yol gösteren hoca isimli hainler,
hep bu sonuca sürüklenmişlerdir.
Böyle yapan
halife ve din bilginlerinin arzularına kavuşamadıklarını, tarih bize sayısız
örneklerle açıklamakta ve kanıtlamaktadır.
Artık bu
milletin ne öyle hükümdarlar, ne öyle bilginler görmeye katlanması olasılığı
yoktur.
Artık kimse,
öyle hoca kılıklı sahte bilginlerin yalan dolanına önem verecek değildir.
En bilgisiz
olanlar bile o gibi adamların niteliğini gerektiği gibi anlamaktadır.
Fakat bu
konuda tam bir güven sahibi olmaklığımız için bu uyanıklığı, bu dikkati, onlara
karşı bu nefreti, gerçek kurtuluş anına kadar bütün kuvvetiyle, hatta artan bir
kararlılıkla korumalı ve sürdürmeliyiz.
Eğer onlara
karşı, benim kişiliğimden bir şey anlamak isterseniz, derim ki, ben kendim
onların düşmanıyım.
Onların
olumsuz yönde atacakları bir adım, yalnız benim kişisel imanıma değil, yalnız
benim amacıma değil, o adım benim milletimin yaşamıyla ilgili, o adım
milletimin yaşamına karşı bir kötü niyet, o adım milletimin kalbine yöneltilmiş
zehirli bir hançerdir.
Benim ve
benimle aynı fikirde arkadaşlarımın yapacağı şey, kesinlikle ve kesinlikle o adımı
atanı tepelemektir.
Şüphe yok ki,
millet birçok özveri, birçok kan pahasına, en sonunda elde ettiği vazgeçilmez
ilkesine kimseyi saldırtmayacaktır.
Bugünkü
hükümetin, meclisin, yasaların, Anayasa’nın nitelik ve sebebi hep bundan
ibarettir.
Sizlere bunun
da üstünde bir söz söyleyeyim.
.. Sayalım ki, eğer bunu temin edecek yasalar
olmasa, bunu temin edecek meclis olmasa, öyle olumsuz adım atanlar karşısında
herkes çekilse ve ben kendi başıma yalnız kalsam, yine tepeler ve yine
öldürürüm.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 146)
. https://www.atam.gov.tr/duyurular/din-ve-islam-dini