9 Eylül 2023 Cumartesi

BUGÜN 9 EYLÜL

 -  BUGÜN 9 EYLÜL                                              .

  -  Bizim için 9 EYLÜL iki önemli günü anlatır.

.  9 Eylül 1922 İzmir'in kurtuluşunun yıldönümü.

.  9 Eylül 1923 HALK FIRKASI NİZAMNAMESİ’nin kabul edildiği gündür; CHP’nin kuruluş günüdür.

Büyük Taarruz harekâtı sonucu Türk ordusu Yunan işgali altındaki İzmir'e 9 Eylül 1922'de girerek düşman işgalinden kurtardı.

Türk birlikleri, İzmir'e doğru hızla ilerledi.

Yunan birlikleri ve Rum siviller Anadolu'dan çekildiler.

9 Eylül 1922 sabahı Ahmet Zeki Bey komutasındaki 2. Süvari Fırkası, ardından Mürsel Paşa komutasındaki 1. Süvari Fırkası birlikleri İzmir şehrine girdi.

Ardından 5. Süvari Kolordusu Komutanı Mirliva Fahrettin Paşa, komutasındaki birliklerle saat 10.00'da İzmir'e girdi.

Türk bayrağı Hükûmet Konağı ve Kadifekale'ye çekildi.

Sonradan 9 Eylül günü, "İzmir'in Kurtuluş Bayramı" ilan edildi.

… “Birinci Dünya Savaşı’nın bitiminde Osmanlı Devleti ile savaşın galibi emperyalist devletler arasında imzalanan Mondros Ateşkes Anlaşması hükümleri Anadolu topraklarının sömürgeci güçler tarafından işgal edilmesini öngören bir içerik taşıyordu.

Bu gelişme doğrultusunda emperyalist devletlerin daha I. Dünya Savaşı bitmeden kendi aralarında imzaladıkları gizli antlaşmalar su yüzüne çıkmış ve 30 Ekim 1918’den sonra bütün Anadolu toprakları emperyalistlerin haksız işgallerine maruz kalmıştı.

19 Ocak 1919’da Paris’te toplanan barış konferansında başta İngiltere olmak üzere İtilaf Devletleri İzmir ve çevresinin Yunanistan tarafından işgal edilmesini kararlaştırdılar.

15 Mayıs 1919’da Kordon’da İzmir topraklarına ayak basan Yunan askerleri “Zito Venizelos” sesleriyle İzmir Hükümet Konağı’na doğru yürürlerken İzmir’in vatansever evladı Gazeteci Hasan Tahsin’in (Osman Nevres) işgal güçlerine karşı sıktığı ilk kurşun; tam üç yıl sürecek ulusal kurtuluş mücadelemizin başlangıcını, ilk kıvılcımını oluşturmuştu.

16 Mayıs 1919’da ulusal bağımsızlık ve ulusal egemenlik anlayışına dayalı tam bağımsız yeni bir Türk devleti kurma amacıyla Mustafa Kemal Paşa İstanbul’dan Anadolu topraklarına doğru yola çıktı.

İzmir’in işgali bütün yurtta KUVA-YI MİLLİYE ve MÜDAFAA-İ HUKUK ruhunun uyanmasını sağladı.

Mustafa Kemal Paşa; Samsun’da Anadolu topraklarına ulaştığında;  İzmir’i ulusal Kurtuluş Savaşı’nın nihai hedefi olarak tespit etti.

Türk ulusu Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde örgütlenerek bütün yokluklar ve sıkıntılar içerisinde EMPERYALİZME KARŞI ilk ULUSAL BAĞIMSIZLIK MÜCADELESİNİ başlattı.

Bu haklı ve onurlu savaş, emperyalistlerce ezilen, sömürülen dünyanın bütün mazlum uluslarına örnek oldu.

…”15 Mayıs 1919’dan başlayarak işgallere karşı müdafaa-i hukuk örgütleri kurarak yurdun her yerinde örgütleniyor, Mustafa Kemal Paşa’nın çizdiği yol haritası doğrultusunda modern bir ulus- devlet’in temellerine ilk harcı koyuyorlardı.

İzmir ve çevresinde de vatansever Türk halkı Yunan ordusunun haksız işgalini protesto etmek amacıyla gazeteler çıkarıyor mitingler düzenliyor, Balıkesir Alaşehir ve Nazilli’de kongreler düzenleyerek işgallere karşı düzenli olarak örgütleniyorlardı.

23 Nisan 1920’de Ankara’da açılan TBMM ile Ulusal Kurtuluş Savaşı yeni bir boyut kazandı.

Mustafa Kemal’in 19 Mayıs 1919’da Anadolu’ya geçtiği ilk günden başlayıp üzerinde titizlikle durduğu savaşın yasal temsil organları aracılığıyla sürdürülmesine olan inancı TBMM’nin açılmasıyla artık MEŞRUİYET kazanmıştı. TBMM’nin düzenli ordularının gerçekleştirdiği I.ve II. İnönü ile Sakarya Savaşları Türk ulusunun birlik ve beraberlik içerisinde ULUSAL AİDİYETLERİNİ birleştirdiğinde bütün olumsuz koşullara rağmen neleri başarabileceğini tüm dünyaya göstermiştir.

Başkomutan Mustafa Kemal Paşa önderliğinde 26 Ağustos 1922 sabahı başlayan BÜYÜK TAARRUZ’un artık bir tek hedefi vardı.

15 Mayıs 1922’den bu yana işgalin bütün acılarını yaşamış, bütün sıkıntılarına katlanmış İzmir’in düşman işgalinden kurtarılması!

Gerçekten de Mustafa Kemal’in 1 Eylül 1922 günü

… “ORDULAR İLK HEDEFİNİZ AKDENİZ’DİR. İleri...”

sözleriyle kendini bulan ve tüm Batı Anadolu kentlerinin sekiz gün içerisinde işgalden kurtarılmasını sağlayan o komutta; Akdeniz’den kastedilen aslında İzmir’in düşman işgalinden kurtarılmasıydı.

9 Eylül 1922 sabahı Fahrettin Altay Paşa’ya bağlı Türk süvarilerinin BELKAHVE sırtlarından İzmir’e doğru inmeleriyle birlikte bu haklı ve onurlu savaş sonlanmış oluyordu.

Dokuz Eylül 1922’de İzmir kurtarıldı.

Yüzbaşı Şerafettin ve arkadaşlarının ellerinde İzmir Hükümet Konağı’nda dalgalanan Türk bayrağı tüm Dünya’ya yeni bir dönemin başladığını haykırıyordu.

Emperyalistler, Mustafa Kemal’in daha Kasım 1918’de İstanbul’da Anadolu’ya geçmeden büyük bir inancın dışavurumu olarak ifade ettiği gibi; geldikleri gibi gittiler.”

… “Dokuz Eylül, modern TÜRKİYE CUMHURİYETİ’nin kuruluş sürecinin de başlangıcıdır.

Ümmet anlayışından “uluslaşma, çağdaşlaşma” anlayışına geçişin başlangıç noktasıdır.

Padişahın kullarından, tebaasından bir YURTTAŞ yaratma yoluna girilmesinin başlangıcıdır.

Dokuz Eylül, Türkiye’nin çağdaşlaşma mücadelesinin, yanmış ve yıkılmış, tüm kurumlarıyla çağın gerisinde kalmış bir imparatorluğun enkazından modern bir ulus-devlet yaratma savaşımının adıdır.

Ne mutlu bizlere ki İZMİR böylesine onurlu, böylesine anlamlı bir tarihe sahiptir.

… “Mustafa Kemal Atatürk’ün ordulara 1 Eylül'de verdiği tarihi emirle başlayan ve 18 Eylül’e kadar yapılan Takip Harekâtı ile Trakya’yı işgalden kurtarmak için İstanbul ve Çanakkale istikametinde yürüyüşe devam etmiştir.

Takip Harekâtının başarısı ile İzmit bölgesinden İstanbul Boğazı'na, Balıkesir bölgesinden Çanakkale Boğazı'na kadar bütün Batı Anadolu'daki Yunan askerleri Türk sınırları dışına çıkartılmış ve Türk ordusu için hayati önem taşıyan stratejik hedefler işgalden kurtarılmıştır.

Osmanlı Türklerinin ilk başkenti olan Bursa, 10 Eylül saat 20.00’de tamamen boşaltılmış ve 11 Eylül saat 09.30’da Albay Nazif bey komutasındaki I. Tümen gelmiştir.

Türkiye Büyük Millet Meclisi, 8 Temmuz 1920’de Yunan işgali karşısında yas işareti olarak kürsüye örtülmüş olan siyah örtü memleket kurtulunca kaldırılmasına karar vermiştir.

11-12 Eylül’de Yunan ordusu artıkları Marmara Denizi’ne dökülmüştür.

Yunanistan’ın Anadolu macerası İzmir’de başlamış ve İzmir’de bitmiştir.

400-500 kilometrelik cephe üzerinde, düşmanın ülke topraklarından sökülüp atılmasıyla Büyük Zafer sonuçlanmıştır.”

… “Mustafa Kemal Atatürk, Büyük Zaferi;

- “Her safhasıyla düşünülmüş, hazırlanmış, idare edilmiş ve zaferle neticelendirilmiş olan bu harekât Türk ordusunun, Türk subay ve komuta heyetinin yüksek kudret ve kahramanlığını tarihe bir kere daha geçiren muazzam bir eserdir. Bu eser, Türk milletinin hürriyet ve istiklâl düşüncesinin ölümsüz bir abidesidir. Bu eseri vücuda getiren bir milletin evlâdı, bir ordunun başkomutanı olduğumdan, ilelebet mesut ve bahtiyarım.” 

sözü ile Büyük Taarruzun büyüklüğünü, önemini ve anlamını belirtmiştir.”

İzmir'in düşman işgalinden kurtuluşu, TÜRK ULUSUNUN BAĞIMSIZLIK MÜCADELESİ’nin en güzel örneklerindendir.

Yunan işgaline son verilen bugün bir zaferdir.

Türk ulusunun birlik ve beraberlik içinde gösterdiği kararlılığı ve yurt sevgisini yansıtır.

İzmir'in kurtuluşu, Türkiye'nin bağımsızlığını ve egemenliğini koruma kararlılığının bir işaretidir.

9 Eylül, hem İzmir'in Kurtuluşu'nu hem de Cumhuriyet Halk Partisi'nin kuruluşunu simgeler.

Türkiye Cumhuriyeti'nin tarihi ve ulusal bağımsızlığının simgesi haline gelmiş iki önemli olayı anma ve kutlama fırsatı önümüzdedir.

… “Cumhuriyet Halk Partisi’nin ilk kongresi, 4-11 Eylül 1919 tarihleri arasında toplanan Sivas Kongresi; Parti Tüzüğünün kabul edildiği, 9 Eylül 1923 ise kuruluş tarihi olarak kabul edilmektedir.

Atatürk, 11 Eylül’de Halk Fırkası Genel Başkanı seçilmiş; partinin kuruluş dilekçesi 23 Ekim’de, İçişleri Bakanlığı’na verilmiştir.

İlk kongre bağlamında Sivas Kongresi’ne yapılan gönderme ve kuruluş tarihi olarak İzmir’in kurtuluşunun birinci yılının seçilmesi, partinin Milli Mücadele ile bağlarını ortaya çıkarmaya ve pekiştirmeye yöneliktir.”

… “Atatürk, partinin kurulmasına ilişkin ilk açıklamasını 6 Aralık 1922 tarihinde yaptı ve “HALK FIRKASI” adını kullandı.

Ardından 1923 seçimlerinin Birinci Meclis’teki Atatürk’ün liderliğindeki Birinci Grubun başarısıyla sonuçlanması, Halk Fırkası’nın kurulmasına olanak sağladı.

Seçimlerden sonra, milletvekilleri Ankara’da toplanarak Halk Fırkası’nın tüzüğünü hazırlamaya başladılar.

İlk toplantı 7 Ağustos 1923 tarihinde yapıldı.

Toplantılar 11 Eylül 1923 tarihine kadar devam etti.

Ağustos’taki ilk toplantıya o sırada seçim bölgelerinden Ankara’ya gelebilmiş 123 milletvekilinden 113’ü katılmış ve 10 milletvekili de mazeretlerinden ötürü katılamamıştı.

Burada bir konuşma yapan Atatürk, Milli Mücadele’nin başlamasını, Birinci Meclis’in açılışını ve o tarihten 1923 yılına kadar geçen süreci anlattı ve sonuç olarak Müdafaa-i Hukuk’un HALK FIRKASI’na dönüşeceğini belirtti.

Bu toplantı, HALK FIRKASI adı altında yapılan ilk toplantıdır.

İkinci toplantı, 9 Ağustos tarihinde yapıldı ve önceki toplantıda üyelere dağıtılmış olan Halk Fırkası tüzüğünün incelenmesine başlandı.

Tüzüğün incelenmesi 9 Eylül 1923 tarihine kadar devam etti.

9 Eylül’de yapılan genel bir toplantıda HALK FIRKASI NİZAMNAMESİ kabul edildi.

11 Eylül 1923 tarihinde yapılan Halk Fırkası toplantısında, genel başkanlık ve yönetim kurulu seçimleri yapıldı.

Halk Fırkası reisliğine TBMM reisi Atatürk seçildi.

Partinin kuruluş dilekçesi, 23 Ekim 1923 tarihinde İçişleri Bakanlığı’na M. Kemal Paşa imzasıyla sunuldu.

Partinin kurulmasına ilişkin Atatürk ilk açıklamasını 6 Aralık 1922 tarihinde yaptı ve “Halk Fırkası” adını kullandı.

Ülkenin geri kalmışlığını ve çöküş tehlikesini ortadan kaldırmak, “ÇAĞDAŞ” ve “GELİŞMİŞ” bir toplum yaratmak amacıyla DEVRİMLER yapmayı plânlıyordu.

Bu da ancak bir SİYASAL PARTİ ile mümkün olabilirdi.

M. Kemâl, milletin tüm kesimlerinden ve hatta İslam dünyasının en uzak yerlerinden bile kendisine gösterilen sevgi ve güvene layık olabilmek için milletin en sade bir bireyi olarak vatanın yararına çalışmak amacıyla barışın sağlanmasından sonra “HALKÇILIK” ilkesin dayanan ve “Halk Fırkası” adıyla bir siyasal parti kurmak niyetinde olduğunu söyledi.

Yeni bir döneme girildiğini belirten Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nda olduğu gibi milletin yardımını ve aydınların da katkısını istiyordu.

Ayrıca kuracağı parti için 7 Şubat 1923 tarihinde şu değerlendirmeyi yapmıştı: “Halk Fırkası, halkımıza siyasi eğitim vermek için bir okul olacaktır”.

Atatürk’ün bu konuşmayı yaptığı tarihlerde Kurtuluş Savaşı sona ereli çok olmamış; Mudanya Ateşkes Antlaşması da yeni imzalanmış ve hemen ardından Saltanat kaldırılmıştı.

Lozan Barış görüşmeleri ise henüz devam etmekteydi.

Bu dönemde bir yurt gezisine çıkan Atatürk, yaptığı bir konuşmada şunları söylemişti:

. - “Bence, bizim milletimiz birbirinden çok farklı menfaatleri takip edecek ve bundan dolayı da mücadele halinde buluna gelen çeşitli sınıflara sahip değildir. Ülkedeki sınıflar birbirlerine lazım olan ve birbirlerini tamamlayıcı ve bütünleyici özelliktedir. Onun için de Halk Fırkası bütün sınıfların haklarını, yükselme sebeplerini ve mutluluğunu sağlamak yolunda çalışmalarda bulunacaktır”.

Atatürk yaptığı konuşmada, Halk Fırkası’nın sınıf temeli üzerine kurulmayacağını, sınıf ayrımı yapılamayacağını ve TÜM SINIFLARI KAPSAYAN bir parti olacağını belirtmektedir.

Bu konuşma, 1930’lar Türkiye’sinde ortaya çıkan ve 10. Yıl Marşı’nda da ifadesini bulan “sınıfsız imtiyazsız kaynaşmış kitle” deyiminin ortaya çıkışının bir habercisi gibidir.      

… “Birinci Meclis’in dağılması ve ardından seçim sürecinin başlaması üzerine Atatürk, 8 Nisan 1923 tarihinde Dokuz Umde’yi yayınladı.

Bu savaşın sona ermesinden sonra yapılacakların ve yeni kurulacak olan partinin bir nevi kısa bir programıydı.

Nitekim program uzun savaş yıllarının yarattığı tahribatı gidermeyi amaçlıyor ve yeni kurulacak olan ulus-devletin temellerini atıyordu.”

…”Halk Fırkası, kurulduğu tarihten bir yıl kadar sonra adının başına Cumhuriyet kelimesini ekledi (10 Kasım 1924).

Bu tarihten bir hafta sonra Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kurulacaktı.

Cumhuriyet Halk Fırkası’nın adındaki fırka kelimesi, Dil Devrimi’nin yaşandığı 1935 yılında parti’ye dönüştü. “

…”1 Kasım 1922 tarihinde Saltanat’ın ve 3 Mart 1924 tahinde Halifeliğin kaldırılmasından sonra, Kemalist kadronun radikal hareket tarzına muhalif olanlar kaynaştı ve daha sonra da TPCF çatısı altında birleştiler; bu sırada da İstanbul basınının desteğini de aldılar.

Yeni kurulan partinin aktif bir destekçisi olan Ahmet Emin Yalman gazetesinde partinin kurucularının Kurtuluş Savaşı’nda önemli roller üstlenmiş kişiler olduklarını sıkça dile getirirdi.

Bunlardan Kâzım Karabekir TPCF Genel Başkanlığı’na getirilirken, Rauf Orbay ve Adnan Adıvar Genel Başkan Yardımcılıklarına, Ali Fuat Cebesoy ise Parti Genel Sekreterliğine getirildi.

Partinin Merkez Yürütme Kurulu ise eski İttihatçıları barındırması sebebiyle dikkate değerdir.

Partinin oluşumu aslında oldukça renkli olmuştu.

CUMHURİYET HALK FIRKASI’nda Mustafa Kemâl ve İsmet Paşaların dışında yeni partide yer alan Karabekir, Adıvar, Cebesoy ve Bele ile prestij açısından yarışabilecek kişiler yok gibiydi.

Yeni parti ayrıca bünyesinde bulunan eski generaller dolayısıyla ordudan destek alacak gibi görünmekteydi.

Ayrıca partinin büyük ölçüde eski İttihatçılardan oluşması ve bu kesimin Anadolu’daki varlığı partiye avantaj sağlamaktaydı.

Bütün bu avantajlar eşliğinde parti yöneticileri kısa zamanda TBMM’de kontrolü ellerine alacaklarına inanıyorlardı.

Ancak, özellikle yeni partinin yaydığı tehdit ve orduda yer alan uzantıları sonrası Atatürk’ün “ordu ile olan ilişkilerini kesmeleri veya politikayla olan bağlarını koparmaları konusunda” baskı yapacağını tahmin edememişlerdi.

Parti kuruluşunda Kurtuluş Savaşı’nda Mustafa Kemal ile beraber savaşan Karabekir, Cebesoy ve Bele gibi komutanları içine almakla birlikte, bazı eski İttihatçılara da yer vermişti.

CHF-TPCF arasında yaşanan çatışmalarda ve istikrarsız ortamda bu kurucular ve partide yer alanlar bir etken olarak değerlendirilebilir.”

…”TPCF,  kuruluşundan itibaren popülist bir politika izleyerek radikal değişimlerden çok “var olan yapının devamını” savundu; yeni değişikliklerin yapılmasına karşı çıktı.

. Buna tam anlamıyla zıt bir hareket tarzıyla CHF yönetimi, Sovyetlerle ilişkilerini sürdürerek izolasyon politikası içinde modern Türkiye’yi yaratmaya çalışıyorlardı.

TPCF yönetimi ile CHF yönetimi arasındaki temel fark; birincisinin muhafazakârlığı bir siyasal araç olarak kullanması ikincisinin ise toplumun isteklerinin yerine radikal bir değişim projesine sahip olmasıdır.

Her iki partinin lider kadrosuna bakıldığında, asker kökenliler CHF’de TPCF’ye nazaran daha azdı.

CHF bunu bir tehdit olarak algılayarak, hemen tasfiye etmek istedi.

. Bu düşünceden hareketle de orduyu siyasetten uzak tutmak için askerlerin seçimlerde oy kullanması dahi yasaklandı.

. Terakkiperver Fırka’nın politik yaklaşımı ile CHF’nin yaklaşımı ve uzlaşması mümkün değildi.”

…”Atatürk, 15-20 Ekim 1927 tarihleri arasında toplanan CHF İkinci Kongresi’nde BÜYÜK NUTUK’u okudu.

1919-1927 yılları arasında geçen dönemin bir nevi hesabını veren bu konuşma, Samsun’a çıkış tarihi olan 19 Mayıs 1919 tarihinde başlıyor, ağırlıklı olarak Milli Mücadele ve devrim sürecini anlatıyordu.

.  9 EYLÜL İzmir'in düşman işgalinden kurtuluşu Türk ulusunun BAĞIMSIZLIK MÜCADELESİNİ göstermiştir.

.  Bugün durum çok büyük bir ciddiyet göstermektedir.

.  Türk Kurtuluş savaşını, dünya tarihindeki önemini ve bizim için olan değerini bugün çok iyi kavramalıyız.

.  ATATÜRK ilkelerinden ayrılmadan, tuzaklara düşmeden ve bu değerleri yaşatmak için uyanık olmalı ve çabalamalıyız.

.  Türk Milleti için birlik ve beraberlik, demokrasiye olan bağlılık, sekülarizm, çağdaş ve uygar bir Türkiye isteği şu an çok daha önem kazanmıştır.

.  Son yıllarda egemen olan, iktidarı elinde tutan güçler karşı devrimci tutumları ve ulusal değerlere tarihsel kazanımlarımıza karşı duruşları ile çok büyük endişe uyandırmaktadır.

.  Evrensel çağdaş hukuku kendimize temel almalıyız “ÇAĞDAŞ UYGARLIK DÜZEYİNE” ulaşmayı hedef aldığımızı asla unutmayacağız.

.  Antiemperyalist çizgide durmak ve Türkiye üzerindeki planlara, tuzaklara karşı durmak ilk görev olacaktır.

. TÜRKİYE CUMHURİYETİ’nin kurucu felsefesini yeniden anlamalıyız ve bugün de buna sahip çıkmalıyız.

.  Bugün Türkiye’deki tüm muhalefete çok görev düşmektedir.

.  “Cumhuriyet Halk Partisi” Türkiye Cumhuriyeti'nin temellerini atmış büyük kahraman ve devlet adamı MUSTAFA KEMAL ATATÜRK önderliğinde ve bu ülkenin çağdaş bir demokrasi olma mücadelesinin teminatı olarak görülmüştür.

.  Cumhuriyet Halk Partisi ulusal egemenliğinin ve demokratik ilkelere dayanan bir anlayışın sembolü olarak kuruluştur.

.  Evrensel temel değerleri benimsemiş, laiklik, adalet, eşitlik ve insan hakları için uğraş vermiş, modern bir devletin kurulup, gelişmesine öncülük etmiş, Türk toplumunu aydınlatmış önemli bir siyasi partidir.

.  Ülkenin, devletin, toplumun gittikçe sıkıntıya ve zorlanmaya düştüğü bu çöküşü halkın her katmanının görmesi ve anlaması ve karşı çözüm yollarını araması gerekir.

.  Her gün ortaya atılan yapay gündemlerden, gereksiz tartışmalardan, parti içi çekişmelerden uzak durmak ama yurdun ve ulusun kurtuluşunun ana yollarını aramak gerekmektedir.

.  İyi bir yurttaş olabilmenin bilincine erişmeli ve böylelikle demokratik yapılanmanın yolları ve olanaklarını aramalıyız.

.  Birey olarak istemlerimiz, kurtuluşa giden yol ve yurtsever bir tutumdur.

.  Siyasi parti gerçeklerine ve onların durumuna bakıldığında son dönemde büyük bir güven sarsıntısı geçirildiği açıkça görülmektedir.

.  Kuruluşunun 100. yılında CHP son derece sıkıntılı bir tablo çizmektedir.

.  Kuruluş günlerinde kendisine verilen görevleri yerine getirmek için bir arınma ve özüne dönme içine girmelidir.

.  Çağdaş, Kemalist sol, devrimci, Atatürkçü, antiemperyalist, demokrat, uygarlıkçı, ulusal iktisattan ve sanayiden yana bir çizgiye dönmeli ve bu görüşteki tüm yurtseverleri kendine çekebilmelidir.

.  CHP’yi içten yıkmak, bölmek, ayrıştırmak isteyen güçler ve kişiler varsa bunlar bu tarihsel Atatürkçü partiyi bölmek yeni partiler çıkarıp, zayıflatmak isteyebileceklerdir.

.  Görüldüğü gibi Türk Kurtuluş Savaşı ve Atatürkçü devrimi hareketler emperyalizme karşı olmaktır.

.  CHP kuruluşunda üstlendiği misyon gereği “tüm halkı” kapsayan bir parti olmalı ve ülkenin kurtuluşuna yönelik gerçekçi çalışmalar yapmalıdır.

.  Ülkenin bölünmesine, parçalanma tehlikesine karşı savaşabilecek, ulus devleti koruyabilecek, çağdaş, demokratik bir parlamenter hukuk devleti olmayı sağlayabilecek bir toparlayıcı “güç” CHP olmak zorundadır.

.  CHP içerisinde ve çevresinde bulunan kişilerin bu durumu ve görevi çok iyi anlamaları birinci görevleridir.

.  Bugün yine inançla ve bilinçle Atatürk’ün GENÇLİĞE SESLENİŞİ’ni okumalı ve bu yolda ilerlemeliyiz.

.   Öğretmen GÖNEN ÇIBIKCI, 09.092023

………………………………………………………………………………………………………….

KAYNAK:

https://www.dokuzeylul.com/dokuz-eylulun-anlami

https://www.21yyte.org/tr/merkezler/islevsel-arastirma-merkezleri/politik-sosyal-kulturel-arastirmalar-merkezi/i-zmi-r-i-n-daglarinda-ci-cekler-acar-9-eylul-1922-i-zmi-r-i-n-kurtulusu

https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/cumhuriyet-halk-firkasi-1923-1938/

 

7 Eylül 2023 Perşembe

KONYA KONUŞMASI

 -  KONYA GENÇLERİYLE KONUŞMA

.  (Türk Ocağında verilen çay ziyafetinde söylenmiştir.) 20 MART 1923

Saygıdeğer gençler,
Türk Ocağı adına hakkımda söylenen sözlerden, gösterilen sevgi ve güvenden dolayı ocak şerefli üyelerine özellikle teşekkür ederim.

Arkadaşlar, gerçekten bu millet asırlarca kendi isteği aksine, milletin hedef ve yararları tersinde yönetilmiştir.

Millet, hiçbir tarih devresinde yaratılıştan sahip olduğu yeteneği geliştirecek çalışma sahasına sahip olamamıştır.

Ve bu sahipsizlik yüzünden birçok felâketlerin düşkünü kalmıştır.

O acı felâketler milleti ölüme kadar götürecek durum almıştır.

Teşekküre değerdir ki, en son ölüm darbeleri millette en hayati uyanıklıkları doğurmaya neden oldu.

Ancak o şöyledir ki, üç buçuk dört senedir milletin uyumlu çalışması sonucudur ki, millet hepimizi mutlu, dünyayı hayrette, düşmanları dehşette bırakan zaferlere, başarılara ve Allah’ın yardımına erişti.

Bizi kendi benliğimize sahip yapan bu uyanmaya; bize kendimizi bulduran bu gerçek uyanışa daha önce sahip bulunsa idik, daha eskiden kendi varlığımız, kendi kurtuluşumuz, kendi amacımız için çalışmış olsaydık, bugünkü sonuç daha parlak olur ve biz son felâketlere düşmeyerek dünyanın en mutlu milleti olurduk.

Milletimiz en yüksek medenileşme derecesinde, en parlak olgunluk derecesinde, en şanlı mutluluk değerinde iken, diğer birtakım milletler ancak milletimizin darbeleri karşısında kendi benliklerini bularak o darbeleri geçirdikten sonra bugünkü durumlarını bulmuşlar, biz ise onlardaki uyanışa karşılık, çok derin aldanışlar içinde koşup gelmişizdir.

Arkadaşlar, her yerde söylüyoruz, her yerde söylüyor ve tekrar ediyoruz, milletin bugünkü zaferleri çok parlak olmakla beraber henüz milletimizi gerçek kurtuluşa sahip kılmamıştır.

Belki bundan sonraki çalışmamış, zaferi elde etmede olduğu gibi aynı gayretle, aynı özveriyle yapılacak çalışma sonucundadır ki, asıl amaca ulaşacağız.

O amaca varmak için de her şeyden önce bizi şimdiye kadar aldanış içinde bırakan nedenleri ve etkenleri çözümlemek, meydana çıkarmak, diline dolamak lâzımdır.

Bu gerçekleri, milletin vicdan kulağına ulaştırmak, bu gerçekleri milletin vicdanına iyice yerleştirmek için onları bir daha, beş daha söylemek, onları daima ve daima tekrar etmek gerekir.

Milleti uzun yüzyıllar aldanışta bırakan çeşitli nedenler arasında gerçek noktayı, bir kelime ile söylemiş olmak için diyebilirim ki, bütün yoksulluklarımızın kesin nedeni ANLAYIŞ meselesidir.

İnsanlar ve insanlardan oluşmuş olan toplumlar her şeyden önce bütün bireyleriyle sağlam bir anlayışa sahip olmalıdırlar.

Anlayışı zayıf, çürük, hasta, boş olan bir toplumun bütün çalışması boşunadır.

Kabul etmek zorundayız ki, bütün İslâm âleminin toplumlarında hep yanlış anlayışlar hüküm sürdüğü içindir ki, doğudan batıya kadar müslüman memleketleri düşmanların ayakları altında çiğnenmiş ve düşmanların esaret zincirine geçmiştir.
Bu düşüncemi açıklamak için bir az daha ayrıntı vermek isterim.

Hepinizce bilinir ki, Cenab-ı Peygamber, Kur’an hükümlerini bildirmeye görevlendirildiği tarihte, çevremizdeki ülkelerde çeşitli kavimler vardı.

İslâm dinini bütün insanlığa kabul ettirmek için, Allah yolunda kılıç çeken Arap savaşçıları, asırlarca yüksek medeniyetler yaşamış milli geçmişlerine ve örf ve geleneklerine sahip birçok kavimleri, Türkler, İranîler, Mısırlılar, Bizanslılar gibi kavimleri az zamanda İslâmiyet dairesine aldılar.

Yine fence, bilimce ve maddi bakımdan görüyorsunuz ki, herhangi bir kavim yeni bir şekil alınca, devleti bütün ilkeleri kabul etmekte, sindirmekte, “zorluklara” düşüyor.

Daima uzun bir geçmişin kendi varlığında yaşadığını görüyor.

Daima yüzyıllık medeniyetinin kendi sosyal yapısında ortaya çıkardığı âdete, inanca bağlı kalıyor ve böyle her yeni bir şey alan kavimlerde yeniyle eskinin birbirine karıştığını, yeni şeyin temelleriyle kendinde var olan eski ilkelerin “karıştırıldığını” görüyoruz.

Bu doğal kural, İslâm’ı kabul eden milletlerde de aynıyla meydana geldi.

İslâm dininin çok yüce, çok kıymetli ilkeler ve gerçeklerini bu milletler olduğu gibi almamakta inatçı oldular.

İslâmiyet’in ilk parlak devirlerinde geçmişin kalıntısı, ürünü olan “yanlış âdetler” bir zaman için kendini göstermeye ve güç kazanmaya yetememişse de, biraz sonra İslâm’ın gerçeklerine sarılmaktan, İslâm’ın ilkelerine hareketlerini uydurmaktan çok, geçmişin miraslarından olan âdetleri ve inançları, “dine karıştırmaya” başlamışlardır.

Bu yüzden, İslâm toplumu içindeki birtakım kavimler İslâm oldukları halde sönmeye, yoksulluğa, yıkılmaya uğradılar.

Geçmişlerinin yanlış veya batıl âdetleri ve inançlarıyla İslâmiyet’i karıştırdıkları ve bu şekilde İslâm’ın gerçeklerinden uzaklaştıkları için kendilerini düşmanların esiri yaptılar.

Bu İslâm kavimlerinin içinde bizim milletimiz olan Türkler, milli gelenekleri ve milli örfleri bakımından yanlış şeylere sahip “değillerdi”.

Türk sosyal geleneklerinin pek çoğu İslâm’ın gerçeklerine uygun ve yakındı.

Ancak Türkler bulundukları alan, yaşadıkları yerler bakımından bir taraftan İran ve diğer taraftan Arap ve Bizans milletleriyle ilişki içinde idiler.

Şüphe yok ki, ilişkilerin milletler üzerinde etkileri görülür.

Türklerin ilişki kurduğu milletlerin o zamanki medeniyetleri ise “genişlemeye” başlamıştı. Türkler bu milletlerin yanlış âdetlerinden, kötü yanlarından etkilenmiş olmaktan kendilerini “engelleyememişlerdir”.

Bu durum kendilerinde karmakarışık, bilim dışı, insanlık dışı anlayışlar doğurmaktan geri kalmamıştır.

İşte düşmemizin belli başlı nedenlerinden birini bu nokta oluşturuyor.
Yine biliyorsunuz ki, İslâm âlemi içindeki toplumlar ile Hıristiyan âlemi kitleleri arasında birbirini affedilmez gören bir düşmanlık vardır.

Müslümanlar, Hıristiyanların, Hıristiyanlar Müslümanların sonsuza kadar düşmanları oldular.

Birbirlerine kâfir, tutucu gözüyle baktılar.

İki dünya birbiriyle yüzyıllardan beri bu tutuculuk ve düşmanlıkla yaşadı.

Bu düşmanlığın sonucudur ki, İslâm âlemi batının her yüz yıl farklı bir şekil ve rengi olan ilerlemelerinden UZAK KALMIŞTI.

Çünkü İslâm topluluğu o gelişmelere kibirlilikle, nefretle bakıyordu, aynı zamanda iki kitle arasında uzun yüzyıllardır devam eden düşmanlığın zorlamasıyla İslâm âlemi silâhını bir an elinden bırakmamak zorunda bulunuyordu.

İşte, silâhla devamlı uğraşı, “düşmanlık” duygularıyla batının yenilenmelerine “önem vermemek”, çöküşümüzün nedenleri ve etkenlerinden bir diğer önemli nedeni oluşturur. Bu saydığım nedenlerden başka asıl bizim milletin, özellikle “aydınlarımızın” çok dikkatle, çok önemle göz önüne alması gereken bir neden vardır ve bence bu neden şimdiye kadar gelişemeyişimizin, en son kademede kalışımızın -unutmayalım-memleketimizin baştan başa bir harabe oluşunun GERÇEK NEDENİDİR.

Çöküşümüzün bu ana nedenini şu nokta oluşturuyor:

İslâm âlemi iki sınıf ayrı heyetlerden oluşmuştur.

Biri çoğunluğu oluşturan “avam”, sıradan halk kesimi, diğeri azınlığı oluşturan “aydınlar”.

Bozuk anlayışlı milletlerde büyük çoğunluk başka hedefe, aydın denen sınıf “başka anlayışa” sahiptir.

Bu iki sınıf arasında tam bir zıtlık, tam bir karşıtlık vardır.

Aydınlar ana kitleyi kendi amacına ulaştırmak ister; halk kitlesi ve avam ise bu aydın sınıfına “bağlı olmak istemez”.

O da başka bir yol belirlemeye çalışır.

Aydın sınıfı telkinle, uyarıyla çoğunluğu kendi amacına göre razı etmeye başarılı olamayınca, başka araçlara yönelir.

Halka baskıya ve zor kullanmaya başlar; halkı baskı altında bulundurmağa kalkar.

Artık burada incelenmesi gereken ASIL noktaya geldik.

Halkı ne birinci yöntem ile ne de zorbalık ve baskı ile kendi amacımıza sürüklemeye başarılı olamadığımızı görüyoruz; neden?
Arkadaşlar!

Bunda başarılı olmak için aydın sınıfla halkın düşüncesi ve amacı arasında DOĞAL BİR UYGUNLUK olması gereklidir.

Yani; aydın sınıfının halka vereceği bilgiler, göstereceği ülküler, “halkın ruh ve vicdanından” alınmış olmalı.

Halbuki bizde böyle mi olmuştur.

O aydınların etkileri milletimizin ruh derinliğinden alınmış ülküler midir?

Şüphesiz hayır, aydınlarımız içinde çok iyi düşünenler vardır.

Fakat genellikle şu hatamız da vardır ki, araştırmalarımıza temel olarak çoklukla kendi memleketimizi, kendi tarihimizi, kendi geleneklerimizi, kendi özelliklerimizi ve ihtiyaçlarımızı almalıyız.

Aydınlarımız belki bütün dünyayı, bütün diğer milletleri tanır, fakat kendimizi bilmeyiz.

Aydınlarımız “milletimi en mutlu millet yapayım” derler.

Başka milletler nasıl olmuşsa onu da aynen öyle yapalım derler.

Fakat düşünmeliyiz ki, böyle bir görüş hiçbir devirde başarılı olmuş değildir.

Bir millet için mutluluk olan bir şey diğer millet için felâket olabilir.

Aynı neden ve şartlar birini mutlu ettiği halde diğerini mutsuz edebilir.

Onun için bu millete gideceği yolu gösterirken dünyanın her türlü ilminden, keşiflerinden, gelişmelerinden yararlanalım, ancak unutmayalım ki, asıl temeli KENDİ İÇİMİZDEN çıkarmak zorundayız.

Gençlerimiz ve aydınlarımız ne için yürüdüklerini ve ne yapacaklarını öncelikle kendi beyinlerinde iyice kararlaştırmalı, onları halk tarafından iyice sindirilebilir ve kabul edilebilir bir hale getirmeli, onları ancak ondan sonra ortaya atmalıdır.

Ben çok ümitliyim ki, gençlerimiz bunu yapacak derecede yetişkindir.

Biliyorum ki ihtiyarlarımız gibi gençlerimizin de tecrübeleri vardır.

Zira milletimizin yakın yıllara ait gördüğü acı dersler, yakın yılların en yoğun olayları ile dolu oluşu, devrimizin gençlerini eski devirlerin ihtiyarları kadar ve belki onlardan fazla olayların şahidi, bundan dolayı gençlerimizi ihtiyarlar kadar tecrübe sahibi yaptı. Herhangi gencimiz yaşadığı devrin belki üç katı oranında olaylara şahit olduğu için her gencimiz üç katı yaş sahibi sayılabilir, onları da ihtiyarlar gibi tecrübeli kabul edebiliriz. Gençlerimizin gördükleri bu tecrübelerden yararlanarak çalışan, memlekete hizmetçi ve iman gayretiyle donanmış olarak görevlerini hakkıyla yapacaklarına eminim.

Arkadaşlar!
Bizim halkımız çok temiz kalpli, çok asîl ruhlu, ilerlemeye çok yetenekli bir halktır.

Bu halk, eğer bir defa karşısındakilerin içtenlikle kendilerine yardımcı olduklarına inanırsa her türlü hareketi derhal kabule hazırdır.

Bunun için gençlerin her şeyden önce millete güven vermesi lâzımdır.

Bunun için ülkümüzü açıklıkla ifade etmeliyiz.

Onu imanla duymalı ve onu hiç yılmadan takip etmeliyiz.

Kişisel çıkarlarımızdan, alçak emellerimizden vazgeçmemiz ancak böyle canlı ve alevli ülkü ile başarılacaktır.

Gençlerin kardeşleriyle, babalarıyla, tecrübeli ihtiyarlarıyla, İslâmiyet’in ruhunu bilen gerçek şerefli bilginleriyle beraber çalışmasında başarıya sahip olacağı muhakkaktır.
Fakat bütün iyi niyete, gösterilen bütün sabra, kararlılığa ve dayanıklılığa, gösterilen bütün birlik ve dayanışmaya rağmen yine en güzel, en yanılmayan, en doğru düşünceleri ve ülküleri bozmağa çalışacak insanlara rastlanılacaktır.

Öylelerine karşı bütün millet fertleri “çok şiddetli karşılık” vermelidir.

Hepimiz için öylelerine karşı ezici bir birlik kitlesi olarak ortaya çıkmamız en gerekli bir vicdan görevimizdir.

Zira bu konuda bozgunculuk yapacak insanlara hoşgörü göstermek, büyüklük göstermek terbiye eseri değil, belki bir milletin mutluluğuna şerefine, namusuna göz dikmiş insanlara hoş görüdür ki, hiçbir vakit, hiçbir birey buna izin veremez.

Hiç kimse buna izin vermek hakkına sahip değildir ve siz de olmamalısınız.

Arkadaşlar!
Bir milletin namuslu bir varlık, saygıya değer bir mevki sahibi olması için, o milletin yalnız âlim ve fen bilgini bulunması yeterli değildir.

Her ilmin, her şeyin üstünde bir niteliğe sahip olması lâzımdır ki, o da o “milletin belli ve olumlu bir karaktere” sahip bulunmasıdır.

Böyle bir kişiliğe sahip olmayan fertler ve böyle fertlerden oluşmuş milletler hiçbir dakika gerçek bir devlet oluşturamazlar.

Böyle milletler, birer bozguncu ocağı olurlar.

Benim bildiğime göre memleketimizde çok yıllardan beri açılmış ve hâlâ kutsal ateşlerle yanan ve alevi her taraftar olanın kalp ve vicdanını aydın kılan Türk Ocaklarının temel amacı millete böyle olumlu bir huy vermektir.

Türk ocakları milletin kültürü üzerinde önemli etkiler yapmalıdır.

Zaten bunu yapıyorlar ve daha fazla yapacaklardır.

Biz milliyet fikirlerini uygulamakta çok gecikmiş ve çok ilgisizlik göstermiş bir milletiz. Bunun zararlarını fazla çalışmayla gidermeye çalışmalıyız.

Bilirsiniz ki, milliyet görüşünü, millet ülküsünü dağılmaya çalışan teorinin dünya üzerinde uygulama kabiliyeti bulunamamıştır.

Çünkü, tarih, olaylar ve görünenler hep insanlar ve milletler arasında, hep milliyetin hâkim olduğunu göstermiştir ve milliyet prensibi aleyhindeki büyük ölçüde fiili tecrübelere rağmen yine milliyet hissinin öldürülemediği ve yine kuvvetle yaşadığı görülmektedir.

En çok bizim milletimiz, milliyetinden habersiz oluşunun çok acı ve cezalarını gördü. Osmanlı İmparatorluğu içerisindeki çeşitli kavimler hep milli inançlarına sarılarak, milliyet ülküsünün kuvvetiyle kendilerini kurtardılar.

Biz ne olduğumuzu onlardan ayrı ve onlara yabancı bir millet olduğumuzu sopa ile içlerinden koyulunca anladık.

Kuvvetimizin zayıflığa uğradığı anda bizi küçük gördüler.

Anladık ki, kusurumuz kendimizi unutmaklığımızmış.

Dünyanın bize saygı göstermesini istiyorsak öncelikle biz, kendi benliğimize ve milliyetimize bu saygıyı hissen, fikren, fiilen bütün çalışma ve hareketlerimizle gösterelim; bilelim ki milli benliğini bulmayan milletler başka milletlerin avıdır.
Milli varlığımıza düşman olanlarla dost olmayalım.

Böylelerine karşı bir Türk şairinin dediği gibi,
(Karşı duvardaki levhayı işaret ederek)
“Türküm ve düşmanım sana, kalsam da bir kişi”
diyelim.

Düşmanlarımıza bu gerçeği ifade ettiğimiz gün, inancımıza, ülkümüze, geleceğimize yan bakan her ferdi düşman kabul ettiğimiz gün, milli benliğe uzanacak her eli şiddetle kırdığımız, milletin önüne dikilecek her engeli derhal devirdiğimiz gün, gerçek kurtuluşa ulaşacağız.

Ve sizler gibi aydın, kararlı, imanlı gençler sayesinde bu kurtuluşa ulaşacağımıza emin olabiliriz.
Türk Ocağı üyelerinden Operatör Eyüb Sabri’nin “Milletimizin inkılâbına muhalefet eden ve kendisini din uyarıcılığıyla sorumlu kabul eden bir sınıf var, bu sınıfa karşı ne gibi önlemler alınmıştır?” sorusu üzerine Mustafa Kemal ayağa kalkarak sözüne tekrar başlamıştır:

Bu soruyu soran arkadaşımızı, izinleriyle bir noktada eleştireceğim.

Soruları önemlidir.

Ancak açıklığa sahip değildir.

Öncelikle soruyorum.

Bu soruyu sorarken bu gizlilik bulutlarına ne gerek vardı.

Bu meseleden bahsederken gizliliğe gerek nedir?

Biz bir şeyi vicdanen iyi yaptığımıza, sözlerimizin gerçek olduğuna inanmış isek ondan olduğu gibi açık, net kararsızlık ve gizlilikten temizlenmiş olarak bahsetmeliyiz.

Ben kendilerinin sorusunu açıklayayım:

Buyurdular ki, bu millet gerçekten her şeye yeteneklidir, fakat bazı insanlar vardır ki gerçeği anlayacak kadar olgun değildir.

Bu nedenle, halkın saf durumundan yararlanarak, halka zararlı fikirler vererek, halk için bozguncu olarak kalabilirler.

Bunlara karşı önlem var mıdır?

Eğer soru böyle sorulsa idi, işte burada hazırda bulunanlar içinde çeşitli mesleklerde bulunan arkadaşlar var, asker var, tüccar var, bilginler var, diğer mesleklerden ve sınıflardan kişiler var.

Şüphesiz hepimiz aynı inançta olduğumuzu söylerdik.

Her şeyden önce şunu en basit bir dini gerçek olarak bilelim ki, bizim dinimizde ÖZEL BİR SINIF YOKTUR.

Ruhbaniyeti reddeden bu din, TEKELCİLİĞİ KABUL ETMEZ.

Örneğin bilginler, mutlaka aydınlatma görevi bilginlere ait olmadıktan başka dinimiz de bunu kesinlikle yasaklar.

O halde biz diyemeyiz ki, bizde özel bir sınıf vardır.

Diğerleri dinen aydınlatma hakkından mahrumdur.

Böyle kabul edersek kabahat bizde, bizim bilgisizliğimizdedir.

Hoca olmak için, yani dini gerçekleri halka, telkin etmek için, mutlaka ilmi elbise şart değildir.

Bizim yüce dinimiz her erkek ve kadın Müslümana TOPLUM ARAŞTIRMASINI FARZ KILIYOR ve bunlar TOPLUMU AYDINLATMA İLE SORUMLUDUR.

Efendiler!

Bir fikri daha düzeltmek isterim.

Milletimizin içinde gerçek âlimler, âlimlerimiz içinde milletimizin halkıyla övünebileceği bilginler vardır.

Fakat bunlara karşı ilmi elbise altında ilmin gerçeğinden uzak, gereği kadar öğrenim görememiş, ilim yolunda gereği kadar ilerleyememiş HOCA KIYAFETLİ CAHİLLER de vardır.

Bunların ikisini birbirine karıştırmamalıyız.
Seyahatlerimde birçok gerçek aydınlarımızla görüştüm.

Onları en yeni ilmî terbiye almış, sanki Avrupa’da eğitim görmüş bir seviyede gördüm. İslâm ruhu ve gerçeği hepsi bu olgunluktadır.

Şüphesiz ki bu gibi aydınlarımızın karşısında “imansız ve hain bilginler” de vardır, ancak bunları onlara karıştırmak doğru olmaz.

Efendiler!

Gerçek bilginler ile dine zararlı olan bilginlerin birbirine karıştırılması Emeviler zamanında başlamıştır.

Hazreti Peygamberin yaşadığı mutlu zamanlarında (asr-ı saadet), Peygamberimizin ölümünden sonra Dört Halife hazretlerinin zamanlarında, hep doğrudan doğruya Hazreti Peygamberin uyarısıyla İslâm olan Dört halifenin aydınlatmasıyla kurtulan ümmet kitlesi arasında gerçek temizlik, kalpten saygı, yüce bir bağ vardı.

Ne zaman ki Muaviye ile Hazreti Ali karşı karşıya geldiler, Sıffîn olayında Muaviye’nin askerleri Kur’an-ı Kerimi mızraklarına  diktiler ve Hazreti Ali’nin ordusunda bu şekilde kararsızlık ve zayıflık meydana getirdiler.

İşte o zaman dine fesatlık, Müslümanlar arasına nefret girdi ve o zaman hak olan Kur’an, haksızlığı kabule alet yapıldı.

En zorba hükümdarlardan olan Muaviye’nin nasıl bir aldatma sonucunda halifelik sıfatını da takındığını biliyorsunuz.

Ondan sonra bütün baskıcı hükümdarlar hep DİNİ ÂLET edindiler; tutku ve baskılarını kabul ettirmek için hep âlimler sınıfına başvurdular.

Gerçek bilginler, dini bütün bilginler, hiçbir zaman bu zorba hükümdarlara boyun eğmediler.

Onların emirlerini dinlemediler, tehditlerinden korkmadılar.

Bu gibi bilginler kamçılar altında döğüldü, memleketlerinden sürüldü, zindanlarda çürütüldü, darağaçlarında asıldı.

Ancak onlar yine o hükümdarların keyfine dini âlet yapmadılar.

Fakat gerçekte bilgin olmamakla beraber, sırf o elbisenin içinde bulundukları için bilgin sanılan, çıkarına düşkün hırslı ve imansız birtakım hocalar da vardı.

Hükümdarlar işte bunları ele aldılar ve işte bunlar, dine uygundur diye fetvalar verdiler. Gerektikçe yanlış hadisler bile uydurmaktan çekinmediler.

İşte o tarihten beri saltanat tahtında oturan, saraylarda yaşayan, kendilerine halife adı veren zorba hükümdarlar, bu gibi hoca kıyafetli dilencilere değer verip, onları korudular. Gerçek ve inançlı bilginler her zaman ve her devirde onların nefret ettikleri oldu.
Üç buçuk dört yıl öncesine kadar, sağ olan Osmanlı hükümdarları da aynı şeyleri yapmışlar, “aynı hilelerden” yararlanmışlardı.

Osmanlı tarihinden bu konuda uzun örnekler söylemeye gerek yok, son Osmanlı hükümdarı Vahdettin’in hareketleri gözünüzün önündedir.

Onun emriyledir ki, bile bile ölüme götürülen milleti kurtarmak isteyenler âsi ilân edildi. Onun emriyle millet ve vatanı kurtarmak için kan döken aziz ordumuzun âsiler sürüsü olduğuna dair fetvalar veren bilgin kıyafetli kimseler çıktı.

Onlar bu fetvaları Yunan tayyarecileriyle ordumuzun içine atıyorlardı.

İşte bu noktada soruyu soran arkadaşımıza yerden göğe kadar hak veririm.

Bilginler içinde böyle hainleri koruyan, kötü hareketlerini şeriata uygulayan, din elbisesi ve şeriat sözleriyle milleti alçaltan ve aldatan bilginlerin -onlar için bu sözü kullanmak istemem- böyle kötülüğe âlet olan insanların yüzündendir ki, dört halifeden sonra “din daima siyaset aracı, çıkar aracı, baskı aracı” yapıldı.

Bu durum Osmanlı tarihinde böyle idi.

Abbasiler, Emeviler zamanında böyle idi.

Fakat şurayı dikkatlerinize sunarım ki, böyle âdi ve sefil hilelerle hükümdarlık yapan halifeler ve onlara dini âlet yapmaya alçalan sahte ve imansız bilginler, tarihte daima rezil olmuşlar ve daima cezalarını görmüşlerdir.

Abbasi halifelerinin sonuncusu biliyorsunuz ki, bir Türk tarafından parçalanmıştı.

Dini kendi tutkularına âlet yapan hükümdarlar ve onlara rehberlik eden hoca adlı hainler hep bu sona uğramışlardır.

Böyle yapan halifelerin ve bilginlerin arzularında başarılı olamadıklarını tarih bize sonsuz örneklerle açıklayıp, ispat etmektedir.
Artık bu milletin ne öyle hükümdarlar, ne öyle bilginler görmeye dayanacak gücü ve imkanı yoktur.

Artık kimse öyle hoca kıyafetli “sahte bilginlerin yalanına” önem verecek değildir.

En cahil olanlar bile o gibi adamların kimliğini pek iyi anlamaktadır.

Fakat bu konuda tam bir güven sahibi olmaklığımız için bu uyanışı, bu açık gözlülüğü, onlara karşı, bu nefreti, gerçek kurtuluş anına kadar bütün kuvvetiyle hatta artan bir kararlılıkla “korumalı ve devam” ettirmeliyiz.

Eğer onlara karşı benden bir şey anlamak isterseniz, derim ki, “ben kendim onların düşmanıyım”.

Onların olumsuz yönde atacakları bir adım, yalnız benim imanıma değil, yalnız benim amacıma değil, o adım benim milletimin hayatiyle ilgili, o adım milletimin hayatına karşı kasıt, o adım milletimin kalbine havale edilmiş zehirli bir hançerdir.

Benim ve benimle aynı fikirde olan arkadaşlarımın yapacağı şey mutlaka ve “mutlaka o adımı atanı tepelemektir”.
Şüphe yok ki arkadaşlar, millet birçok fedakarlık, birçok kan bahasına, en sonunda elde ettiği yaşama esasına kimseyi tecavüz ettirmeyecektir.

Bugünkü hükümetin, meclisin, kanunların, Anayasanın içeriği ve anlamı hep bundan ibarettir.

Sizlere bunun da üstünde bir söz söyleyeyim.

Varsayalım, eğer bunu sağlayacak kanunlar olmasa, bunu sağlayacak meclis olmasa, öyle olumsuz adım atanlar karşısında herkes çekilse ve “ben kendi başıma yalnız kalsam, yine tepeler ve yine öldürürüm”.

Hâkimiyeti Milliye, 26.3.1923

https://www.atam.gov.tr/ataturkun-soylev-ve-demecleri/konya-gencleriyle-konusma

BÜYÜK ATATÜRK’ÜN KONYA KONUŞMASI: 20 MART 1923

 

TÜRKÜM DİYENE

. NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE! Bu sözden neler anlamalıyız? "Ne mutlu Türk'üm diyene!" sözü, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu...