28 Ekim 2023 Cumartesi

Ey Türk Gençliği

 §       Ey Türk Gençliği!

§       Birinci ödevin; Türk bağımsızlığını, Türk Cumhuriyetini, sonsuzluğa değin korumak ve savunmaktır.

§       Varlığının ve geleceğinin biricik temeli budur.

§       Bu temel, senin en değerli güven kaynağındır.

§       Gelecekte de, yurt içinde ve dışında, seni bu kaynaktan yoksun etmek isteyen kötücüller bulunacaktır.

§       Bir gün, bağımsızlığını ve cumhuriyetini savunmak zorunda kalırsan; ödeve atılmak için, içinde bulunacağın durumun olanaklarını ve koşullarını düşünmeyeceksin!

§       Bu olanaklar ve koşullar çok elverişsiz olabilir.

§       Bağımsızlığına ve cumhuriyetine kıymak isteyecek düşmanlar, bütün dünyada benzeri görülmedik bir utku kazanmış olabilirler.

§       Zorla ve aldatıcı düzenlerle sevgili yurdunun bütün kaleleri alınmış, bütün gemilikleri ele geçirilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve yurdun her köşesine düşman girmiş olabilir.

§       Bütün bu koşullardan daha acıklı ve korkunç olmak üzere, yurdunda, iş başında bulunanlar, aymazlık ve sapkınlık içinde olabilirler.

§       Üstelik, hainlik de yapabilirler.

§       Daha kötüsü, iş başında bulunan kişiler, kendi çıkarlarını, yurduna girmiş olan düşmanların siyasal erekleriyle birleştirebilirler.

§       Ulus, yoksulluk ve sıkıntı içinde ezgin ve bitkin düşmüş olabilir.

§       Ey Türk geleceğinin gençliği !

§       İşte, bu ortam ve koşullar içinde bile ödevin, Türk bağımsızlığını ve Cumhuriyetini kurtarmaktır !

§       Bunun için gereken güç, damarlarındaki soylu kanda vardır !

§       .   Gazi Mustafa Kemal

§       .   Ankara, 20 Ekim 1927

 

BUGÜN EN BÜYÜK BAYRAM

BUGÜN EN BÜYÜK BAYRAM

YÜZÜNCÜ YILI Nasıl ANLAMALIYIZ?

Yüz yıl önce kurulan Türk devlet, Türkiye cumhuriyeti 1923 yılında yeni sorunlarla, yeni “karşı devrimci” yapılanmalarla karşılaşıyor.

Uzun yıllardır çağdaş, demokratik cumhuriyete ve onun laik bir “hukuk devleti” olma özelliğine karşı çıkışlar ve birleşimlerde bulunulduğunu açıkça görebiliyoruz.

Devletin en sağlam temelleri, ana kuruluş ilkeleri, üzerinde yükselip uygar bir yolda ilerlemek istenilmenin engellenmeye çalışıldığı istem ve girişimler görülmektedir.

29 ekim büyük bir bayramımız olmakta ve herkesin, bu ülkede yaşayan herkesin son Türk devletinin kuruluşuna en derin sevgi ve saygılarla yaklaşması gerektiğini düşünmeliyiz.

Türk kurtuluş savaşı neden oldu, kimlere karşı yapıldı, Türk askerleri ve halkımız en zor koşullarda iken bile ulusal önderimiz, büyük asker ve kahraman MUSTAFA KEMAL ATATÜRK önderliğinde, onun komutasında ve düşünceleri, taktik ve stratejilerine uygun olarak yurdunu nasıl korumuş ve kurtarmıştır?

Evet, yüz yıl önceki olayları, oluşumları, o zamanların gerçeklerini bugün hemen “bilip, aklımıza geldiği gibi yanıtlayamayız”, diyemeyiz.

Çünkü, o günlerin her bir adımı, her bir an ve düşünce, görüşmeler ve anlaşmalar, atılan her adım tarihe geçmiştir, yazılı olarak belgelenmiştir.

Bunların böyle yazılı olabilmesi ve kayda geçirilmesi ve halka, dünya uluslarına açık olarak yayınlanması da yine Atatürk’ün ileri görüşü ve yönlendirmesi ile olası olmuştur.

Biz o günlerden bu günlere kadar gelen kuşaklar gerek okullarda, gerekse de özel yaşamımızda her zaman güven ve onur içinde yaşar ve geleceğimize de umutla bakarken tarihsel gerçekleri, olayları ve kazanımları da okuyabilme, öğrenme şansına sahip olmuş olmalıyız.

Türk Kurtuluş Savaşı ile emperyalizme karşı çıkılmış ve özgür ve bağımsız bir devlet kurulmuş, cumhuriyet yönetimine geçilmiştir, diye düşündüğümüzde ve buna da inandığımızda aslında derin bir “yurttaşlık bilincine” de erişme yolunda olduğumuzu anlamalıyız.

Cumhuriyet ile yeni bir devlet kuruldu ve adına Türkiye Cumhuriyeti denildi.

100 yıl önce 29 ekimde Türkiye Cumhuriyeti kuruldu.

Cumhuriyet'imizin ilân belgesi şöyle idi:

-"Hâkimiyet, bilâ kayd ü şart milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müsteniddir. Türkiye Devleti’nin şekl-i hükümeti Cumhuriyettir." 29 Ekim 1923

Cumhuriyet bağımsız bir devletin içinde yaşamak demekti.

Cumhuriyet başka devletlere boyun eğmemek demekti.

Cumhuriyet halkın kendini yönetmesi demekti

Egemenliğin kayıtsız şartsız milletin olması demekti.

Bugün işte bu yeni rejim Cumhuriyet tam 100 yaşında ve birçok kazanımları, edinimleri ne yazık ki şu an karşıt hareket ve uygulamalar ile yitirilmekte...

Acaba egemenlik kayıtsız şartsız elimizde midir, bağımsız ve özgür bir devlet olabiliyor muyuz?

Sorup, sorgulayıp, üzerinde düşüneceğimiz, yanıt verip, gereğini yapmak zorunda olduğumuz sorular bunlardır!

O zamanlar ülkenin rotası modern ve batıya bakan olarak belirlenmiş gibiydi.

Bugün ise ülke doğu kökleri ile Avrupa özlemi arasında parçalanmış durumda gözüküyor.

Hızla arta n nüfusuna eklenen denetimsiz sığınmacı, mülteci kitleleri çok büyük endişe yaratmaktadır.

Halkın çok büyük kesimi geçim sıkıntısı, beslenme ve barınma zorlukları ile karşılaşmaktadır.

Enflasyon hızı dünya düzeyinde en üst sıralardadır.

Memur, işçi ve emekli kesimi, tarım ve hayvancılık ile uğraşanlar nüfusumuzun büyük bir oranı aylık ellerine geçen para ile geçinemez durumdadır.

Faizlerin oranının çok yükselmesi, TC Merkez bankasının bağımsız ve özgür olamaması, kara paranın istediği gibi girip-çıkması, çeteleşmenin, rüşvet ve soygunların önlenememesi, hukukun üstünlüğünün sağlanamamış olması bizim bugün cumhuriyetimizin 100. yılını coşkuyla kutlamamıza  gölge düşürüyor.

Çok karışık duygular içinde bulunuyoruz: Bir yanda çok sevinçliyiz ve bayram yapmak istiyoruz, öte yandan cumhuriyetin ve tüm kazanımlarının, devrimlerinin bugün elimizden kayıp gittiğini görerek üzülmekteyiz.

Evet, bu kargaşık, huzursuz ve mutsuz durumu, halkın bu ruh halini, güçsüzleşmesini isteyen global güçler ne yazık ki şu an başarılı olmuşlardır.

Türkiye zamanla nasıl değişti ve nereye gidiyor?

Şu anki iktidar güçleri 20 yıldır devletin başında ve ülke çok büyük ve çok yönlü sorunlarla uğraşıyor.

Bu iktidarın etkisi ve uygulamaları ile Türkiye neredeyse hiç olmadığı denli dönüştürüldü.

Yanlış bilgi ve bakış açılarıyla bilinçsiz halka bir Osmanlı özentisi ve beğenisi getirildi ve çağdaşlaşmaya, aydınlanma atılımlarına, devrimci girişimlere karşıt kitlelerin ve yapılanmaların oluşmalarına izin verildi.

Zamanla ne yazık ki, görülmüştür ki, “cumhuriyet ve devrimleri karşıtları” güçler hiç boş durmadan yurdun her bir yanında, adım, adım ve de başlangıçta gizlice ve çekinerek yapılanmalara girişmişler ve güçlenmişlerdir.

Dünyanın var olan güç odakları da yine bu karşı devrimci güçlere her zaman destek vermiş ve yönlendirmelerde bulunmuştur.

Cumhuriyet rejimi ile büyük bir öz güven kazanıp her türlü cumhuriyet devrimlerine inanıp, desteklemek ve geleceğe yönelik endişeler taşımadan yurda sahip çıkmayı, hukuka sahip çıkmayı ve dünyada örnek bir devlet olmayı hedeflemiştik.

Stratejik olarak, Türkiye’nin coğrafi konumu her zaman göze batmıştır ve de “yeni” kurulan Türk Devleti ilerleme ve kalkınma, demokratikleşme yolunda hızla ilerlemekte iken, bunu engelleyecek, durduracak gerici ve içten içe “ele geçirici” çalışmalar oluşmuştur.

Nedir bunlar, kimlerdir, diye sormak, araştırmak ve gerçekten tarihsel durumu kavrayabilmek ise her bir yurttaşın kendine düşen bir hak ve görevdir.

Araştırılıp, incelenmelidir, okumalı ve öğrenilmelidir.

Şu çok açıkça anlaşılmaktadır ki “kemalist, Atatürkçü, demokrat, çağdaş ve cumhuriyetçi” olması gereken ve “devleti ve cumhuriyeti” koruması gerekenler ne yazık ki ya kişisel çıkarlar peşine düşmüş, ya da durumun ciddiyetini kavrayamamış, her türlü iş birlikçilik ve hainlik ilişkileri içine girmiş olabilirler mi?

“Çağdaş, cumhuriyetçi, Atatürkçü, barışçı ve uygarlık yolunda, laik, demokratik”... diye adlandırılıp, sınıflandırılabilecek kuruluşlarda, siyasi partilerde, dernek ve örgütlerde geçmişte de, bugün de ne kadar çok üyeler bulunmakta idi ve yine bulunmaktadır...

Bunların her birinin gerçekten “cumhuriyet ve kazanımlarının savunucusu ve koruyucusu” olduğunu ve bu amaçlar, ilkeler doğrultusunda çalıştıklarını, çabaladıklarını söyleyebilir miyiz?

Yüz yıl sonra bu ülkenin her yanında, her kurum ve kuruluşunda, her bir okulunda, köy ve mahallesinde Cumhuriyetin 100. yılı sevinçle ve gururla büyük bir onur ile kutlanması gerekirdi.

Yüz yıl tarih içerisinde önemli bir zaman dilimidir.

Her devlet kendi yüz yılını gururla, sevinçle, her bir kesimi ile birlikte kutlamak ister, kutlar da..

Türkiye cumhuriyeti devleti çok daha önceden başlamak üzere bu yıl tüm zamanlı olarak yaygın ve örgün olarak sevinçle, saygı ve onurla yüzüncü yılımızı kutlamak zorunda idi.

Zorunda idi, derken olması gereken, olması beklenilen bu tür çalışmalar ve etkinlikler olmalı idi..

Son anda geçiştirmeli olarak yapılan gösteriler, toplantılar, yazılar, çizimler... inanın çok çok azdır.

Bizim var oluşumuz, “devleti kurma çabalarımız”, yoktan nerelere geldiğimiz, kazanımlarımız, ekonomik, endüstriyel, siyasi ve hukuksal, toplumsal başarılarımız, tarımda, öğretim ve eğitimde... elde ettiğimiz ilerlemeler hepimiz için birer başarı ve gurur verici büyük adımlar olmalıdır.

Gerek dinsel, gerekse de etnik görünümlerle kılıflandırılmış her türlü karşı girişim ve yapılanmalar devletin en önemli kurumlarında bile kendileri için yer kapmaya çalışmakta olmuşlardır.

Bizim yalnızca boş inançla, kulaktan edinilen söylencelerle değil okuyup, araştırarak, inceleyerek bu “devletin kuruluşunu ve kazanımlarını, büyük önder ve devlet adamı Gazi Mustafa Kemal’i, onun düşünce ve fikirlerini, söylevlerini, tek tek her bir atılımı ve yatırımları, ilerlemeleri, çağdaşlaşmayı ve aydınlanma hızımızı”... öğrenmek, bilmek ve gerçek bir “sağ duyulu” bilinçli yurttaş olmamız gerekmektedir.

Her bir sorun ortaya çıktığında, sıkıntıya düşüldüğünde Atatürk’ün kendi sözleri, verdiği açıklamalar, yanıtlar ve çözüm yolları, yaptıkları... karşımıza çıkacaktır.

Evet TÜRKİYE CUMHURİYETİ “devleti ve halkı” ile bir bütün olarak her şeyden önce, her şeyi ile Atatürk’ün düşünce ve hizmetlerine, görüşlerine ve attığı adımlara dayanan büyük başarılar toplamıdır.

Bu bayram bizim en büyük bayramımızdır.

YÜZÜNCÜ YIL bizim en büyük onurumuzdur.

Bu bayram her yerde her şeyden önce coşkuyla, sevinçle ve de cumhuriyetin kazanımlarını kavrayıp, sahiplenerek, marşlarımızla, tarihsel anlatımlarla, halk dansları ile, toplantı ve kaliteli konserler ile ciddiyetini ve güzelliğini asla yitirmeden kutlanmalıdır.

Türk milleti yaşadığı topraklarda “sömürgeci emperyalist güçler” tarafından tutsak duruma düşmesin, yurdumuz parçalanmasın diye Cumhuriyet’e sahip çıkmalıyız.

Bunu herkes anlamalı ve kavramalıdır; anlamayanlara ise anlatabilmek, kavratabilmek de yine önder ve aydın kitlelere, bilinçli yurt severlere düşen bir görevdir diye de düşünebiliriz.

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK önderliğinde kurulan cumhuriyetimizin önemli kazanımlarını en kısa olarak şöyle sıralayabiliriz:

1. Yaşama hakkı

2. Sağlık hizmetlerinden yararlanma hakkı

3. Düşünce, toplantı ve gösteri özgürlüğü

4. Kadınlara seçme ve seçilme hakkı 

5. Herkesin eşit şartlarda eğitim hakkı

6. Din ve vicdan özgürlüğü

7. Özel yaşamın gizliliği

8. Konut dokunulmazlığı

9. Dilekçe hakkı

10. Basın özgürlüğü

11. Eğitim ve öğretimde yenilikler ve kurumlaşmalar.

12. Bayındırlık alanında yapılan planlamalar ve yatırımlar.

Bugün 21. yüzyılın ortalarına geliyoruz ve artık “insan hakları” ve diğer “evrensel haklar” tüm devletlerce kabul görmekte ve önemsenmekte, uygulanmaktadır.

Türkiye geçen yüz yıl içerisinde devlet yapısında uyguladığı gelişmeler ve ilkesel doğrular ile bir cumhuriyet olarak kendisini kanıtlamıştır.

Son dönemlerdeki çok yönlü sorunlar ve yaşanılan sıkıntıların temel nedeni devletin kuruluşundaki temel ilkelerden ve ana hedeflerden uzaklaşılmasıdır.

Bunun en önemli yanı “çağdaş demokratik bir parlamenter hukuk devleti” olması konusunda yaşanılan değişikliklerdir.

“Güçler ayrımına” dayanan çoğulcu parlamenter yönetim biçimi kesinlikle çok önemlidir.

Hukukun herkes için tam ve eşit uygulanabilir olması ile “farklı uygulamalar, rüşvet, yolsuzluk, yasa dışılık, kayırmacılık, kara para aklama ve benzeri durumlar” önlenebilir, ortadan kaldırılabilir.

Bugün yüzüncü yıla gelindiğinde büyük bir ciddiyet ve istek ile “Atatürk devrimlerini, cumhuriyetin devlet ve millet olarak sağladığı kazançlar, edinimler, aydınlanma, çağdaşlaşma, yurttaşlık hakları”... gibi konular üzerinde durmalı ve düşünmeliyiz.

Eğer, uygun olmayan durumlar, bir gerileme, bir güvensizlik, eksiklik ve yolunda gitmeyenler... görülüyorsa bunların nedenini açıkça araştırmalı ve ortaya koymalıyız.

Evet, kişiler, siyasetçiler, partiler, kuruluşlar, kurumlar... çok önemlidir ve hizmet de vermektedirler; bunu kabul ettiğimiz kadar bunların tümünün de inceleniyor, eleştiriliyor olabilmesi gerekir.

Öte yandan artık herkes biliyor ki tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de çok büyük algı-zihin operasyonları uygulanmaktadır.

Son derece güçlü olan bir “tüketim toplumu” baskısı ve etkisi vardır.

İnsanların en küçük yaştan başlamak üzere tüm ilgi ve çekim alanının tüketime ve tüketim araçlarına odaklanması ve zihinsel anlamda ulusal kültürel değerlerin ve onların gücünün zayıflaması, yok edilmesi ve yerine kendilerince istenilen yeni bakış açılarının konmasıdır.

Bunu sistematik olarak uygulayan güçler ile medya, sosyal medya yüksek teknoloji, dijital çağ ile birlikte her yeri kapsamı altına alabilmektedir.

Gerçekten artık insanın erişebileceği verileri boyutu ve gücü, hızı son derece yüksek olmaktadır.

Bunu kişilere benimseten ve yaşam biçimi olarak yerleştiren “yeni sistem”in varlığı öyle etki yapmaktadır ki “ulusal düşünce, yurttaşlık, ulus devlet, ulusal tarih, evrensel kültürel ve ulusal değerler, alışkanlıklar, töre ve gelenekler” yerine özellikle “film-tv ve sosyal medya, basın, yayın aracılığı ile moda, müzik, giyim, dış görünüş, alış-veriş, gösteriş, beğenilme.. üzerine kurulmuş bir algı yeni bir dünya yaratmaya çalışılmaktadır.

Ana hedef yalnızca tüketime yöneltme olmadığı çok açıktır.

Buna rağmen bu görünenler ile birlikte ana amaçları “kendine, halkına, ulusuna, devletine, evrensel değerlere” sahip çıkabilecek, özgür irade sahibi bireyleri ele geçirebilmektir.

Gelecek yıllar için ana çatışma alanı bunlar olacaktır.

Öte yandan bölgesel olarak TÜRKİYE ve konumu her zaman o güçlerin “hedefi” olmuştur.

Bölgesel çatışmalara karışmadan ve ülkemize bulamasına izin vermeden barış ilkesine sahip çıkmalıyız.

Yüz yıl önce edindiğimiz, kazandığımız tüm varlıklarımıza tüm bu nedenlerden dolayı koruyup, sahip çıkmak zorundayız.

Bugün cumhuriyetin Yüzüncü Yılını bu duygu ve bakış açıları içinde anlamalı ve en ciddi, en içten yönleri ile kutlamalıyız.

Cumhuriyet bir “en büyük” kazanımdır ve bize “çağdaş demokrasiyi” sağlamaktadır.

Tüm bu nedenlerden dolayıdır ki her türlü güncel sorunlara çözüm bulmak için de yine temel kuruluş ilkelerimizi, kuruluştaki gücümüzü, duruşumuzu kavramalı ve yine uygulamaya koymalıyız.

Herkes kendince Türkiye Cumhuriyeti devletine, birliğine ve ulusal gücüne sahip çıkarak cumhuriyetimizin 100. yılını kutlamalıdır.

28 ekim 2023 günü tüm Türkiye kadın, erkek, çocuk, yaşlı, genç ellerinde Türk bayrakları ile ve de büyük bir coşku, sevinç ve onur ile sokaklara dağıldı, okullarda, kurumlarda, şirketlerde “En Büyük Bayram Bu Bayram” kutlamaları yaptılar.

Çok sayıda büyük şirket Cumhuriyeti anmak için film ve videolar hazırlayıp yayınladılar.

Televizyonlar bayram ve cumhuriyet konusunda konuşmalara, kutlamalar ve haberlere yer verdi

Birçok gazete bayram için özel yayınlar hazırladı, ekler verdi.

Bu 28 ekim cumartesi bizlere, gelecek yıllara ve geleceğin 29 ekimlerine ışık olacaktır.

Türkiye ülkesi ile, halkı ve devleti ile hak ettiği yönetimlere kavuşacak ve dünya tarihinde güvenilen ve saygın yerine erişecektir.

Cumhuriyetimiz hepimize kutlu olsun!

Cumhuriyet bayramımız hepimize kutlu olsun.

CUMHURİYETİMİZİN 100. YILI HEPİMİZE KUTLU OLSUN.

. Öğretmen Gönen ÇIBIKCI, 29 EKİM 2023, Pazar.

 


27 Ekim 2023 Cuma

CUMHURİYET BAYRAMI

 29 Ekim Cumhurİyet Bayramı anlam ve önemİ

 Yurdumuz cumhuriyete Kurtuluş Savaşı'ndan sonra kavuştu.

Önceleri devletimizin adı Osmanlı Devleti idi.

Devlet İdaresinde bütün yetki padişahın elindeydi.

Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı'nda yenik sayıldı.

Düşmanlar yurdumuza girdiler.

Mustafa Kemal, 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktı.

Birçok yerde toplantılar yaptı.

Hakkımızı "Ya istiklal, ya ölüm" parolası altında birleştirdi.

23 Nisan 1920'de Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldı.

Mustafa Kemal meclis başkanı seçildi. Ordumuz, İnönü Savaşlarını kazandı.

Peşinden Sakarya Meydan Muhaberesi ile Başkomutanlık Meydan Savaşı'nı da zaferle noktaladık.

Yunanlılarla ve Birinci Dünya Savaşı'nı da savaştığımız devletlerle 24 Temmuz 1923'te Lozan Barış Antlaşması imzaladık.

Bütün dünya devletleri, Türkiye'nin bağımsız bir devlet olduğunu kabul ettiler.

Yurdumuz yeniden egemenliğine kavuştu.

Türkiye Büyük Millet Meclisi, 29 Ekim 1923'te cumhuriyeti ilan etti.

Devletimizin adı Türkiye Cumhuriyeti oldu.

Atatürk ise, ilk cumhurbaşkanımız olarak göreve başladı. 

Cumhuriyet idaresinde devlet anayasaya uygun kanunlarla idare edildi.

Kanunlar ise halkın seçtiği miller vekilleri yapar.

Devlet başkanına Cumhurbaşkanı denir.

Halkı yöneten insanlar, seçimle iş başına gelirler.

Halk, istediğini seçer, istemediğini seçmez.

Seçilen kişiler halka karşı sorumludurlar.

İşte bütün bunlardan dolayı cumhuriyet en iyi yönetim şeklidir.

29 Ekim Cumhuriyet Bayramı neden kutlanır?

29 Ekim Cumhuriyet Bayramı, Türkiye Cumhuriyeti'nin resmen kurulduğu tarihtir.

Ulu Önder Atatürk, diğer bayramlar gibi bu bayramı da gelecek nesillere bir miras olarak bırakmıştır.

29 Ekim 1923 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde yapılan bir anayasa değişikliğiyle Türkiye'nin yönetim biçimi Cumhuriyet olarak belirlenmiştir.

Bunun 101 pare top atışıyla kutlanması aynı gün meclis tarafından kararlaştırılmıştır.

Bizler de yeni Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş günü olan 29 Ekim'i her yıl ülkece coşku içinde kutlamaya devam ediyoruz.

Türk halkı için Cumhuriyet Bayramı, milli birlik ve beraberliğin, toplumsal dayanışmanın üst düzeye çıktığı milli bayramlarımızdan birisidir.

Kurtuluş Savaşı'nın Türk milletinin zaferiyle sonuçlanmasının ardından ortaya çıkan yönetim boşluğunun kaldırılması amacıyla yeni bir yönetim biçiminin belirlenmesi şarttı.

Mustafa Kemal ve arkadaşları yaptıkları çalışmalar sonucu Türkiye'ye yakışır yönetim şeklinin cumhuriyet olduğuna karar verdi.

Nihayetinde 29 Ekim 1923 tarihinde Cumhuriyet ilan edildi.

29 Ekim 1923 de ne oldu?

Osmanlı İmparatorluğu'nda, ikinci Meşrutiyetin ilanından altı yıl sonra Birinci Dünya Savaşı başladı.

1914te başlayan Birinci Dünya Savaşı'na dünyanın belli başlı devletleri katıldı.

Dört yıl süren savaş sonunda bizimle birlikte olan devletler yenildi.

Savaş kurallarına göre biz de yenilmiş sayıldık.

Ülkemiz İngilizler, Yunanlılar, Fransızlar, İtalyanlar tarafından paylaşıldı.

Ulusuna inanan, güvenen Mustafa Kemal Paşa, 19 Mayıs 1919da Samsun'a geldi.

Erzurum'da, Sivas'ta kongreler düzenledi.

Mustafa Kemal Paşa "Tek bir egemenlik var, o da Milli egemenliktir.

Ülkeyi yine ulusun kendi gücü kurtaracaktır." diyordu.

Yurdun dört bir tarafından gelen ulus temsilcileri -milletvekilleri- 23 Nisan 1920 günü Ankara'da Büyük Millet Meclisi'nde toplandı.

Meclis, Mustafa Kemal Paşa'yı başkan seçti.

Mustafa Kemal Paşa'nın önderliğinde Büyük Millet Meclisi Ulusal Kurtuluş Savaşı'nı başlattı.

Bir yandan efeler, dadaşlar, seymenler bulundukları yörede düşmana karşı koydular.

Öte yandan düzenli ordular İnönü'de, Sakarya'da, Dumlupınar'da savaştılar.

Yurdumuz düşmanlardan kurtarıldı.

Tahtını, rahatını düşünen padişah, yenilen düşmanla birlikte yurdumuzdan kaçtı.

İmzalanan Lozan Barış Antlaşması ile yeni bir devlet doğdu.

Bu doğan devletin yönetim biçimi henüz belirlenmemişti.

İkinci dönem Büyük Millet Meclisi 11 Ağustos 1923te ilk toplantısını yaptı.

13 Ekim 1923te Ankara Başkent oldu.

Atatürk; düşmanın ülkeden atılıp sınırlarımızın belirlenmesinden sonra, çoktan beri tasarladığı cumhuriyetin ilanı üzerinde hazırlıklar yapmaya başladı.

28 Ekim 1923 akşamı yakın arkadaşlarını Çankaya'da yemeğe çağırdı.

Onlara, "Yarın Cumhuriyet'i ilan edeceğiz." dedi.

29 Ekim 1923 günü Atatürk, milletvekilleri ile görüştükten sonra taslağı hazırlanan cumhuriyet önergesi Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne verildi.

Meclis önergeyi kabul etti.

Böylece ülkemizde cumhuriyet yönetimi kuruldu.

Atatürk kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk Cumhurbaşkanı oldu.

Cumhuriyet'in ilanı yurtta sevinç ve coşku ile karşılandı.

Cumhuriyet; yurttaşların seçme ve seçilme hakkının olduğu bir yönetimdir.

Ulus temsilcilerinin kabul ettiği yasalarla ülkenin yönetilmesidir.

Cumhuriyet yönetiminde söz ulusundur.

Cumhuriyet'i korumak, kollamak, yaşatmak her yurttaşın ödevidir.

Cumhuriyetin getirdiği yenilikler nelerdir?

Atatürk Türkiye'yi "Çağdaş uygarlık düzeyine çıkarmak" amacıyla bir dizi yenilikler yapmıştır.

Bu yenilikleri beş başlık altında toplayabiliriz:

1. Siyasal Alanda Yapılan Yenilikler

Saltanatın kaldırılması ( 1 Kasım 1922)

Ankara'nın başkent olması (13 Ekim)

Cumhuriyetin ilanı (29 Ekim 1923)

Halifeliğin kaldırılması (3 Mart 1924)

Siyasi Partiler kuruldu. (Cumhuriyet Halk Fırkası, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Serbest Cumhuriyet Fırkası)

2. Bayındırlık Alanında Yapılan Yenilikler

Demiryolları yabancı şirketlerin elinden alınarak devletleştirildi.

Yeni demiryolları yapıldı. Cumhuriyetin ilanından 1938 yılına kadar 3360 km demiryolu yapılmıştır.

Osmanlı Devleti'nden 18335 km kalan karayolu 1948 yılında 45000 km' ye çıkmıştır.

Denizcilik alanında Kabotaj Kanunu çıkarılmış ve yeni liman ve iskeleler yapılmıştır.

Pek çok yeni şehir ve kasaba inşa edilerek modern bir görünüm almıştır.

3. Toplumsal Alanda Yapılan Yenilikler

Kadınlara erkeklerle eşit haklar verilmesi (1926-1934)

Şapka ve kıyafet yeniliği (25 Kasım 1925)

Tekke zâviye ve türbelerin kapatılması (30 Kasım 1925)

Soyadı kanunu ( 21 Haziran 1934)

Lâkap ve unvanların kaldırılması (26 Kasım 1934)

Uluslararası saat, takvim ve uzunluk ölçülerin kabulü (1925-1931)

4. Tarım Alanında Yapılan Yenilikler

Köylünün durumunu düzeltmek için Aşar (Öşür) vergisi 1925'te kaldırıldı.

Ziraat Bankasının verdiği kredi artırıldı.

Çiftçinin tarımda makine, iyi tohum, gübre ve ilaç kullanımı teşvik edildi.

Çiftçiye damızlık hayvan, tohum, fidan, borç para verildi.

1929'da "Tarım Kredi Kooperatifleri" kuruldu.

5. Hukuk Alanında Yapılan Yenilikler

20 Ocak 1921'de ilk anayasa Teşkilat-ı Esasiye ilan edildi.

Cumhuriyetin ilanından sonra 1924 anayasası ilan edildi.

17 Şubat 1926'da Medeni Kanun ilan edildi. İsviçre'den alındı.
a) Birden fazla kadınla evlenme yasaklandı.
b) Mirasta ve boşanmada kadın erkek eşitliği geldi.

8 Mayıs 1928'de Borçlar Kanunu –İsviçre'den

10 Mayıs 1928'de Ticaret Kanunu—Almanya'dan

1Temmuz 1928'de Ceza Kanunu – İtalya'dan alınarak ilan edildi.

6. Eğitim ve Kültür Alanında Yapılan Yenilikler

Öğretimin birleştirilmesi (3 Mart 1924)

Yeni Türk harflerinin kabulü (1 Kasım 1928)

Türk Dil ve Tarih Kurumlarının kurulması (1931-1932)

Üniversite öğreniminin düzenlenmesi (31 Mayıs 1933)

Güzel sanatlarda yenilikler

7. Sanayi Alanında Yapılan Yenilikler

1925'te "Sanayi ve Maadin Bankası" kuruldu (Yıpranmış Osmanlı tesislerini tamir etmek için.).

1927'de "Teşvik-i Sanayi Kanunu" çıkarıldı (Halk sanayiye teşvik edildi, ancak halkın gücü olmadığından "Devletçilik" politikası izlendi.).

1933'te "İlk Beş Yıllık Sanayi Planı" hazırlandı.

1933'te Sümerbank kuruldu.

1938'de "İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planı" hazırlandı.

Ancak 1939'da II. Dünya Savaşı'nın çıkması bu planın uygulanmasına engel olmuştur.

Ülkedeki madenleri aramak için 1935'te Maden Tetkik Arama Enstitüsü (M.T.A) kuruldu.

Madenleri işlemek içinde Etibank kuruldu.

1939'da Türkiye'nin ilk demir çelik fabrikası olan Karabük Demir-Çelik Fabrikası kuruldu.

8. Ekonomi Alanında Yapılan Yenilikler

17 Şubat 1923'de "İzmir İktisat Kongresi" toplandı.

Milli ekonominin hedefleri belirlendi.

Yatırım yapacak şirketlere kolaylık sağlanacağı, milli bankanın kurulacağı, demiryolu yapımına önem verileceği,yerli malı kullanımı teşvik edileceği belirtilmiştir.

Ayrıca kongrede "Misak-ı İktisadi" (Ekonomi Andı) ilan edildi.

Buna göre ekonomik kararlar uygulanırken ekonomik bağımsızlığın titizlikle korunması kararlaştırıldı.

Özel teşebbüsün yetersiz olmasından dolayı 1930'dan itibaren "Devletçi" bir ekonomi politikası uygulanmaya başlanmıştır.

1933 yılında "İlk Beş Yıllık Kalkınma Planı" hazırlandı ve başarıyla uygulandı.

9. Ticaret Alanında Yapılan Yenilikler

1924'te İş Bankası kuruldu (İş sahiplerine kredi vermek amacıyla kuruldu).

1 Temmuz 1926'da "Kabotaj Kanunu" çıkarıldı.

Böylece Türk karasularında yolcu ve yük taşıma hakkı yalnızca Türk gemilerine verildi.

Ayrıca Denizbank'ın kurulmasıyla denizcilik faaliyetleri artmıştır.

29 Ekim Cumhuriyet Bayramı nasıl tatil ilan edildi?
1925 yılının Şubat ayında, Dışişleri Bakanlığı tarafından düzenlenen bir kanun teklifinde 29 Ekim'in bayram olması önerilmiştir.

Anayasa Komisyonu tarafından incelenen bu teklif, 18 Nisan'da karara bağlanmış ve 19 Nisan'da tatil olarak kabul edilmiştir.

1925 yılından itibaren her 29 Ekim, ülke içinde ve dış temsilciliklerimizde bayram olarak kutlanmaya başlamıştır.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kurucusu olan Mustafa Kemal Atatürk, Cumhuriyet Bayramı'nın onuncu yılı anısına 29 Ekim 1933'te yapılan kutlamalarda Cumhuriyet Bayramının önemi konusunda verdiği 10. Yıl Nutku'nda bu bayramın en büyük bayram olduğunu söylemiştir.

2023 Cumhuriyetin Kaçıncı yılı kutlanıyor?
Bu yıl 29 Ekim de Türk Milleti için önemli gün Cumhuriyet'in ilanının 100. yılı şerefini yaşayacağız.

29 Ekim 1923'te ilan edilen Cumhuriyet ile egemenlik halkın eline geçmiş ve özgürlüğümüze kavuşmuşuz.

Bu önemli gün 1925'ten itibaren Türk Milletine bayram olarak hediye edilmiştir.

O gün bu gündür kutladığımız bu bayramın üzerinden tam 97 yıl geçmiş.

Cumhuriyetimizin kurucusu olan Mustafa Kemal Atatürk"ün bir nevi Türk Milletine armağanıdır.

................................................................................................................................................................................

(https://esenyurtsehitlerilkokulu.meb.k12.tr/icerikler/29-ekim-cumhuriyet-bayrami-anlam-ve-onemi_11219542.html)



10 Ekim 2023 Salı

ATATÜRK DÖNEMİNDE TÜRK DIŞ POLİTİKASI

 .  ATATÜRK DÖNEMİNDE TÜRK DIŞ POLİTİKASI

.  -YURTTA BARIŞ, DÜNYADA BARIŞ-

.  “Anlaşmazlıkların ortadan kalkması uygar insanlığın başlıca dileği olmalıdır”

.  “Türkiye'nin güvenliğini gaye tutan, hiçbir milletin aleyhinde olmayan bir barış istikameti bizim daima prensibimiz olacaktır”

Ulusal Kurtuluş Mücadelemize önderlik yapmış, daha sonra modern Türkiye'yi kuran devrim ve reformları gerçekleştirmiş olan Ulu Önder Atatürk, tarih sahnesine ilk olarak askeri dehasını kanıtlayarak çıkmış olsa da, onu Türk halkının gönlünde ölümsüz kılan ve dünyanın en önemli liderleri arasında ayrıcalıklı bir yere oturtan özelliği devlet adamlığı ve yöneticilik alanında gösterdiği üstün başarılar ile günümüzde dahi halen geçerliliğini koruyan barışçı ve demokratik vizyonudur.

Bu çerçevede, Atatürk’ün dış politika alanında ortaya koyduğu vizyon, “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” sözleriyle çizdiği hedef ve bu yönde izlediği kararlı politikalar, belki de Türk devletinin bugünkü konumuna gelmesindeki en önemli etkeni teşkil etmiştir.

Genç yaşlarından itibaren uluslararası gelişmeleri, diplomasiyi ve dış siyaseti yakından takip eden Atatürk, daha o zamanlardan kurulmasını hayal ettiği Türkiye Cumhuriyeti’nin çağdaş uygarlıklar arasında hak ettiği yeri almasının etkin bir dış politika ve sağlam temeller üzerine kurulmuş dış ilişkiler sayesinde olabileceğini biliyordu.

Bu nedenle dış politika ve Türkiye’nin uluslararası alandaki yeri Atatürk için her zaman yüksek bir öncelik teşkil etmiş, fikir ve tasavvurlarında Türkiye’nin geleceğinin bu çerçevede ortaya konacak sağlıklı bir vizyon ile bu yönde izlenecek kararlı politikalara bağlı olduğu görüşü hakim olmuştur.

Bu bağlamda, her türlü meseleye öncelikle akılcılık ve gerçekçilik merceğinden yaklaşan Atatürk’ün dış politika vizyonu da aynı esaslar üzerinde yükselmiştir.

Nitekim, zorlu Kurtuluş Savaşı sırasında benimsenen dış politika çizgisi öncelikle milli sınırlar içinde bağımsız bir Türk Devleti kurulması ana hedefiyle uyumlu olmuştur.

Maceracı ve yayılmacı eğilimleri reddeden, ancak bağımsızlıktan taviz vermeyen bu tutum, Sevr Anlaşması’nda ve Mondros Mütarekesi’nde öne sürülen şartların kabul edilemez ilan edilmesinden milli çıkarlardan ödün vermeyen Lozan Antlaşması’nın müzakere edilerek hayata geçirilmesine kadar, Türkiye Cumhuriyeti’nin koşulsuz bağımsızlığını sağlayan bir dizi gelişmeye damgasını vurmuştur.

Türk dış politikasında ilk hedef olan bağımsızlığın zamanın hasım devletlerine karşı hem savaş hem diplomasi alanında yürütülen mücadele sonrasında kazanılmasını takiben dış politikamızın temel ilkesi bu defa “barış” olarak serdedilmiştir.

Ulu Önder’in “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” sözleriyle özlü anlatımını bulan bu hedef, günümüzde de dış politikamızın temel yol gösterici ilkesi olmayı sürdürmektedir.

Bu hedef doğrultusunda Türkiye’nin her alanda sahip olduğu büyük potansiyelin hayata geçirilebilmesine imkân tanıyacak bölgesel ve uluslararası güven ve istikrar ortamının yaratılması için çaba sarf edilmiştir.

Keza, çağdaş değerler üzerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti olabilmesi yolunda aynı ilkeleri paylaşan ülkelerle dostluk ilişkileri güçlendirilmiştir.

Bu yapılırken, geçmişten kalan sorunların esiri olunmamış, Türkiye’nin çıkarlarının gerektirdiği şekilde tüm ülkelere dostluk ve işbirliği eli uzatılmıştır.

Türkiye’nin kısa bir süre öncesine kadar bağımsızlık mücadelesi verdiği Batılı devletlerle husumeti devam ettirmeyerek, barış döneminin sunduğu imkânlardan azami ölçüde yararlanmaya çalışması ve bu ülkelerle gelecekte çok daha kuvvetlenecek ilişkilerin sağlam temellerini atması bunun en somut örneğidir.

Bu dönemde ayrıca, uzun yıllar süren savaşlardan çıkan genç Türkiye Cumhuriyeti’nin barışa verdiği değer de dış politikanın her alanına yansıtılmış, tüm sorunlar diplomasi ve müzakereler yoluyla karşılıklı çıkarlar gözetilerek çözülmeye çalışılmıştır.

Türkiye’nin 1929 yılında bütün anlaşmazlıkların daima barışçıl vasıtalar kullanılarak çözüleceğini taahhüt eden Kellog-Briand Paktı’na katılımı bu anlayışın doğal bir yansımasını oluşturmuştur.

Keza, Türk-Yunan sorunlarından Musul meselesine, Hatay’dan Boğazlar konusuna kadar birçok meselenin diplomasi yoluyla barışçı şekilde çözüme kavuşturulması Türk dış politikasının barışa verdiği önem kadar, dönemin şartları ışığında uygulanan gerçekçi diplomasinin de en çarpıcı örneklerini teşkil etmiştir.

Nitekim, Türkiye’nin askeri ve ekonomik açıdan belki de en zayıf olduğu bu dönemde dış politika alanında izlenen dengeli ve akılcı siyaset sayesinde, Türk Boğazları üzerindeki hakimiyetimiz pekiştirilmiş ve Türkiye’nin jeopolitik ve stratejik bütünlüğü sağlanmış, Misak-ı Milli sınırları içindeki Hatay tek bir kurşun bile atılmadan Türkiye’ye katılmış, Türk-Yunan ilişkilerinde o döneme kadar görülmemiş bir ilerleme yaşanarak iki ülke arasında tüm Balkanlara yayılan bir dostluk ve işbirliği dönemi açılmıştır.

Musul konusunda ise, tek taraflı tasarruflardan ziyade Milletler Cemiyeti’nin hakemliği kabul edilmiş ve neticede Musul’un Türkiye’ye katılması sağlanamamış olsa dahi, Türkiye’nin uluslararası hukuka ve barışa saygısı en açık şekilde ortaya konmuştur.

Nitekim kısa süren mevcudiyetinde Milletler Cemiyeti üyeliğine kendi başvurusu olmadan davet edilen tek ülke Türkiye olmuş ve ülkemiz 1932’de anılan örgüte katılmıştır.

Türkiye’nin Atatürk döneminde uygulanan dış politikasının en önemli özellikleri barışçıl olması, gerçekçilikten sapmaması, uluslararası hukuka ve meşruiyete azami önem vermesi ve hem bölgesel hem de uluslararası planda işbirliği ve diyalogu önde tutan bir çizgi izlemesidir.

Atatürk’ün bunlar kadar kayda değer olan bir diğer özelliği de uluslararası alandaki gelişmeleri yakından takip ederek, gelişmelerin ne yönde ilerleyebileceğini son derece doğru bir şekilde öngörebilmesi ve bu çerçevede Türkiye’nin çıkarlarının gerektirdiği adımları da zamanlı bir şekilde atabilmesi olmuştur.

Bu çerçevede, dünya ve bilhassa Avrupa’daki gelişmeleri dikkatle değerlendiren Atatürk, yeni bir dünya savaşı çıkacağını yıllar öncesinden görebilmiş, 1932 yılı gibi erken bir tarihte görüşme ve demeçlerinde bu konuda ifadelerde bulunmuştur.

Almanya’da Nazi partisinin iktidara geldiği, İtalya’nın Akdeniz’de ve Balkanlar’da genişleme çabasına girdiği ve Avrupa devletlerinin silahlanma yarışı içinde oldukları bir dönemde Atatürk, dünya barışını tehdit eden bu gelişmelerle birlikte II. Dünya Savaşı’na giden süreci isabetli bir şekilde tahlil ederek, bölgesel işbirliği çabalarına hız vermiştir.

Bu çerçevede, 9 Şubat 1934 tarihinde Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya arasında Balkan Antantı, 8 Temmuz 1937’de Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında Sadabat Paktı imzalanmıştır.

Böylelikle, dünyanın yeni bir topyekûn savaşa sürüklenmekte olduğu bir dönemde Türkiye gerek doğusunda gerek batısında güvenlik ve işbirliğini sağlamaya yönelik önemli adımlar atmış, II. Dünya Savaşında izlediği tarafsızlık politikasının zeminini hazırlamıştır.

Cumhuriyetin ilk yıllarında dış politika alanında kaydedilen başarılar, Atatürk’ün dönemi iyi analiz eden, şartların olgunlaşmasını bekleyerek durumu lehine çevirebilen, çıkarlarının gerektirdiği çerçevede tüm ülkelerle işbirliği içinde hareket edebilen bir politika izlemesinin sonucudur.

Türkiye Cumhuriyeti bu sayede içeride gerçekleştirilen kapsamlı reformların ve devrimlerin kök salmasına imkan tanıyacak bir dış ortamı sağlayabilmiş, enerjisini ve kaynaklarını bu yönde kullanabilmiştir.

Yine bu sayededir ki bir imparatorluğun küllerinden doğan Türkiye Cumhuriyeti geçmişine saplanıp kalmaktan ziyade geleceğine odaklanabilmiş, çıkarlarını serinkanlılıkla ve sağduyulu bir şekilde belirleyebilmiş ve bunların gerektirdiği adımları cesur bir şekilde atabilmiştir.

Bu özelikleri ve pratikte sağladığı başarı sayesinde Atatürk dönemi dış politikası birçok diğer ülkeye örnek olmuş ve bağımsızlığın ve refahın temel güvencesini savaşın değil barışın teşkil ettiği başarılı bir model ortaya koymuştur.

Atatürk dönemi dış politikasının bu temel ilke ve yönelimleri Türkiye’nin bugün uyguladığı dış politikaya da zemin teşkil etmekte ve ışık tutmaktadır.

Türkiye bugün de çevresinden başlayarak olabilecek en geniş kapsamda barış, istikrar ve güvenliğin tesisini öngörmekte, tüm ülkelerin karşılıklı çıkarlar ve kazan-kazan anlayışı doğrultusunda ortak bir refah alanının ayrılmaz parçalarını oluşturmasını arzu etmektedir.

Son yıllarda gerek uluslararası ortamdaki değişim, gerek kendi güç kaynaklarındaki olumlu gelişmeler muvacehesinde bu yönde daha aktif bir tutum sergileyen Türkiye, Atatürk’ün çizdiği hedef ve vizyon doğrultusunda emin adımlarla ilerlemektedir.

Dış politika çabalarımızın odağında; bölgemizden başlamak üzere dünyada siyasi diyalog, ekonomik işbirliği ve kültürel uyumun tesis edilmesi suretiyle tüm tarafların kazanç sağlayacağı adil ve sürdürülebilir bir siyasi, ekonomik ve sosyal düzen tesis edilmesi bulunmakta olup, bu yöndeki çalışmalarımız kararlılıkla sürdürülmektedir.

Esasen, Atatürk’ün “YURTTA BARIŞ, DÜNYADA BARIŞ” ilkesi günümüzde de Türk Dış Politikasının temel dayanağını oluşturmaktadır.

Uluslararası alanda dostluğu ve işbirliği her geçen gün daha fazla aranan, sorunların çözümünde aktif çabalarına daha fazla ihtiyaç duyulan, ayrıca bölgesinde ve ötesinde uyguladığı girişimci ve insani dış politikayla küresel barışa somut katkılar yapan Türkiye, dış politikada Atatürk’e ve onun vaz ettiği temel ilkelere layık adımlar atabilme gayreti içinde olabilmenin gururunu yaşamaktadır.

Alıntı:

https://www.mfa.gov.tr/ataturk-doneminde-turk-dis-politikasi.tr.mfa

3 Ekim 2023 Salı

İMAM HATİP OKULLARININ AÇILMASI:

- CUMHURİYET DÖNEMİNDE İMAM HATİP OKULLARININ AÇILMASI:

. Karşı devrimcilerin, Atatürk düşmanlarının son 65 yıldır en çok istismar ettiği konulardan biri İmam hatip okullarıdır.
Özellikle 1950 sonrası sağ iktidarlar, halkın dini duygularını istismar etmek için şuursuzca imam hatip mektepleri açmıştır.
Normalde aydın din adamlarının yetişmesini amaçlayan imam hatipler, sağcı-dinci iktidarların siyasi rant malzemesine dönüşmüş ve zaman içinde yozlaşmıştır.
Bugün ülkemizde halkın çoğunluğu imam hatipleri, sağcı sözde muhafazakâr iktidarların açtığını düşünmektedir.
Tek parti dönemi din düşmanlığı dönemiydi, CHP dinsiz partiydi gibi tarih yalanları yıllardır tekrarlanarak toplumun bir kesiminde karşılığını bulmuştur.
Bu iğrenç algı politikasından en çok dinine bağlı muhafazakâr vatandaşlarımız etkilenmiştir.

Karşı devrimcilerin yalanlarına inanan mütedeyyin insanlar CHPyi imam hatip düşmanı, İslam karşıtı sanmaktadır.

Bu iddia tamamen yalandır.
İmam hatip okullarını açan, din alanında birçok devrim gerçekleştiren Atatürk tür.
İmam hatip okullarının tarihçesine bakmak için Osmanlı dönemine bakmamız gerekiyor.
Bilindiği gibi Osmanlı’nın dini eğitim veren kurumları medreselerdi.

15. yüzyılda müspet ilimleri öğreten medreseler, yüzyıllar içinde tamamen yobazlığın merkezi olmuş, fen ve sosyal bilim dersleri çıkarılmıştır. 20. yüzyılın başında ise medreseler yozlaşmış İslami öğreten kurumlardır.
İşte böyle bir ortamda Cumhuriyet döneminde açılacak olan İmam hatiplerin prototipi sayılabilecek Medresetü’l-Vâizîn mektepleri açılmıştır.
6 Şubat 1912 tarihinde yayınlanan Tevcihi Cihat Nizamnamesiyle kurulan Medresetü’l-Vâizîn mekteplerinin kuruluş amacı bilgili din adamı açığını kapatmaktır.
Bu mektepler, din dersleri dışında felsefe, tarih, coğrafya, sosyoloji gibi bilim dallarında da eğitim veren okullardır.
Medresetü’l-Vâizîn mektepleri günümüzdeki İmam hatiplere benzese de farklıdır.
Çünkü Medresetü’l-Vâizîn mektepleri, ordudaki din adamı eksikliğini gidermek için açılmıştır.

Medresetü’l-Vâizîn mekteplerinin açılmasından 1 yıl sonra “Medresetü-l Eimme ve’l Hutaba” okulları açılmıştır.

Bu okulların da amacı nitelikli din adamı yetiştirmektir.

Daha sonra bu okullar birleştirilerek “Medresetü-l İrşad” ismiyle eğitime devam etmiştir.
Osmanlı döneminde açılan bu din eğitimi veren kurumlarla istenilen başarı elde edilememiştir. Başarısızlığın nedenlerinden biri 1914 yılında 1. Dünya savaşının başlamasıdır.

Diğer bir neden ise bu okullardan mezunlara hiçbir devlet güvencesi verilmediği için ilginin az olmasıdır.
Osmanlı’nın çözemediği nitelikli din adamı sorununu çözmek Cumhuriyet’in kurucularına kalmıştır. Cumhuriyet’in ilan edildiği yıl dini eğitim veren medreseler Medâris-i İlmiye ve Dârü’l-Hilâfe Medreseleri olarak iki sınıftır.

Eğitimde bir birlik yoktur.

Bu ikiliği ortadan kaldırmak için 3 Mart 1924 tarihinde 430 sayılı Tevhid-i tedrisat yani eğitim birliği yasası kabul edilmiştir.

Bu yasayla tüm eğitim kurumları Maarif vekâletine bağlanmıştır.

Medâris-i İlmiye müderrislerinin, vâiz olarak da görevlendirilebilecekleri, müderrislikten aldıkları emeklilik maaşını alabileceklerine dair belge örneği:

Medresetü’l-Mütehassısîn binasının takdir edilen bir bedel karşılığı Halk Fırkasına (CHP’ye) verildiğine dair İcra Vekilleri Heyeti (Bakanlar Kurulu) kararı.
Tevhid-i tedrisat kanunun kabulünden kısa bir süre sonra 16 Mart 1924 tarihinde Maarif vekili Vasıf Çınar bir bildiri yayınlayarak medreselerin kapatıldığını bildirmiştir.

Kapatılan medreseler Medâris-i İlmiye medreseleridir.

İstanbul’daki Dârü’l-Hilâfe ve Anadolu’daki ‘’Taşra mektepleri’’ ise Tevhid-i  tedrisat kanununun 4. Maddesi gereğince İmam hatip okullarına dönüştürülmüştür.

İmam hatip okullarının ilk öğrencileri de medreselerin öğrencileri olmuştur.

Medreselerin kapatıldığına ve talebesi ile hocaları hakkındaki uygulamanın nasıl olacağına dair 11 Mart 1340/1924 tarihli tamim
1923-1924 yılında 29 okulda 2258 öğrenci öğrenim görüyorken 1929- 1930 yılına gelindiğinde sadece 2 okulda 100 öğrenci eğitim görmektedir.

Bu nedenle 1930 yılında öğrenci azlığı gerekçe gösterilerek İmam hatip okulları kapatılmıştır.
“Mekteplerin, öğrenci ilgisi azaldığı için kapatıldığı iddiası bir ölçüde doğruysa da mektebin lise kısmının açılmayışı, yalnız dört yıllık bir orta mektep seviyesinde kalmış olması, mezunlarının istihdam alanlarının olamayışı gibi sebepleri birlikte düşünmek gerekiyor.

Mekteplere öğrencinin ilgisiz kalışını, bir taraftan 1928’de yapılan Harf İnkılâbı’nın etkisine, diğer taraftan laiklik anlayışı ve uygulamasına bağlamak daha doğru olacaktır.”

(Ethem Ruhi Fığlalı – İslâm, Laiklik ve Türk Laikliğindeki Uygulamalar Berikan Yayınevi, 2010 s.126)

İmam hatip öğrenci künye defterlerinden bir örnek – 2
İmam hatip okullarının kapatılmasından sonra İmam ve Hatip eğitimi 1948 yılına kadar Diyanet işleri bünyesindeki Kuran kurslarında verilmiştir.
1946 yılında çok partili demokrasiye geçtikten sonra CHP içinde bazı isimler Demokrat Parti’ye dini kaptırmamak için İslami politikaların uygulanmasını teklif etmişlerdir.

24 Aralık 1946 tarihindeki meclis oturumunda Bursa vekili Muhittin Baha Pars ile İstanbul Milletvekili Hamdullah Suphi Tanrıöver “komünizm tehlikesine karşı ” okullara din eğitimi konulmasını istediler ancak Başbakan Recep Peker bu teklife şu cevabı vermiştir:
 .   “Komünizm denen bir içtimai zehirden bünyeyi korumak için onun yanında yavaş yavaş genişleyecek bir şeriat hayatının ikamesi ihtimalini bir tedbir diye düşünmek başka bir zehirle tedavi edileceğini zannetmekten ibarettir” 

(Halis Ayhan – Türkiye’de Din Eğitimi, 1920-1998 Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 1999 s.113)
Recep Peker’in itirazına rağmen 1947 yılında Anadolu Ajansı, “Din Bilgisi Dershaneleri”nin açılmasını öngören CHP divanı bildirisi yayınlamıştır. Bildiride şu istekler yer almaktadır:
.    “Din Bilgileri Dershaneleri’ne öğretmen yetiştirmek, imam hatiplik hizmetleri için eleman hazırlamak amacıyla yurttaşlar din eğitimi seminerleri dahi açabilirler.

Seminerler ortaokul öğretimine dayanır ve ortaokul mezunlarına beş, lise mezunlarına iki yıllık öğretim verilir.

Bu dershanelerde Milli Eğitim Bakanlığı’nca onaylanandan başka kitaplar okutulmaz”

.    (Ahmet Ünsür – Kuruluşundan Günümüze İmam Hatip Liseleri Ensar Neşriyat, 2005 s.148)
Bildiride yer alan istekler 17 Kasım 1947 tarihindeki CHP nin 7. Olağan kurultayına da taşınmıştır. Kurultayda din ile ilgili maddeler şunlardır:

Türk ve din büyüklerinin türbeleri ziyarete açılmalı.

Haftada birer saatlik seçmeli din dersleri, velilerin yazılı müracaatıyla öğrencilere verilmek şartıyla ilk ve ortaokul müfredatına dâhil edilmeli.

CHP’nin din eğitimine önem verdiğini belirten bir madde parti programına konulmalı.

Parti programında CHP’nin ilkokullarda seçmeli din derslerini başlatacağı ilan etmeli.

Milli Eğitim Bakanlığı programında da seçmeli din derslerinin ilkokulların müfredatına koyacağını açıkça belirtmeli.

Din eğitimi veren yüksekokullar açılmalı.

İmam Hatip okulları yeniden açılmalı (Binnaz Toprak – İslam and Political Development in Turkey 1981 s.79)

1947 kurultayında alınan bu kararlar 10 ay sonra hayata geçirilmiş ve 1948 yılında İmam hatip okulları tekrar açılmıştır.

15 Ocak 1949 tarihinde ise önce İstanbul ve Ankara, daha sonra da Afyon, İzmir, Isparta, Kayseri, Kastamonu, Adana, Trabzon ve Urfa’da 10 ay süreli İmam Hatip Kursları açılmıştır.
CHP nin 1946 yılından sonra İmam hatip okullarını açmasındaki en önemli neden Demokrat Parti’nin din eksenli siyaseti ve Komünizm tehlikesine karşı olmaktır.

Ancak CHP nin bu çabası ‘’din düşmanı ilan edilmesine engel olamamıştır.

1950 yılından sonra şuursuzca açılan imam hatip okulları dinci iktidarların arka bahçesi olmuştur ve İmam hatip okullarını açan CHP din düşmanı ilan edilmiştir.

Şimdi şu soruyu vicdanımıza sormamız gerekiyor.

Cumhuriyet’in ilanından 1 yıl sonra yokluk içinde İmam hatip okullarını açan, Kur’anın tercümesi için ödenek ayıran Atatürk

mü din düşmanı?

Yoksa 1950 sonrası İmam hatipleri siyasi menfaatleri için kullanıp dini eğitimi siyasete alet ederek yozlaştıranlar mı?
.      TIBBIYELİ HİKMET

ALINTI:

https://tibbiyelihikmet.com/2016/06/22/cumhuriyet-doneminde-imam-hatip-okullarinin-acilmasi/

 

TÜRKÜM DİYENE

. NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE! Bu sözden neler anlamalıyız? "Ne mutlu Türk'üm diyene!" sözü, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu...