27 Haziran 2024 Perşembe

Atatürk Devrimleri

 Atatürk Devrimleri

Saltanatın Kaldırılması (1 Kasım 1922)
Kurtuluş Savaşı'nın ilk yıllarında kurulan (23 Nisan 1920) Türkiye Büyük Millet Meclisi, halktan kopuk Osmanlı yönetiminin yanında, halkın içinden seçilen temsilcileriyle;halk iradesinin gerçek temsilcisi olmuş, iyice eskimiş ve yıpranmış kişisel saltanatsa, TBMM'yi, yani ulusun egemenliğini tanımamasının yanı sıra, Sevr Antlaşması'nı imzalamış, düşmanla işbirliği yapıp,çıkarttığı ayaklanmalarla Ulusal Kurtuluş Savaşı'nı engellemeye çalışmıştı.
23 Nisan 1920'den başlayarak ulusal egemenliğe dayalı devletin kurulmasıyla kişisel saltanata kalkmış gözüyle bakan Mustafa Kemal, İtilaf Devletleri'nin Lozan Barış Konferansı'na Ankara Hükümetinin yanı sıra Osmanlı Hükümeti temsilcileri de çağırmaları üstüne, 1 Kasım 1922'de TBMM'de yaptığı konuşmada ulus'un akla aykırı olduğunu belirterek,saltanatın kaldırılmasını istedi. 
Milletvekillerinin ateşli konuşmalarla Atatürk'ü desteklemelerinden sonra, saltanatın İstanbul'un işgal tarihinden (16 Mart 1920) başlayarak kalkmış olduğu oybirliğiyle kabul edildi. 
Saltanatın kaldırılmasıyla Padişahlık sıfatı kalkan Mehmet VI Vahdettin de, 17 Kasım günü İngiliz Komutanlığına başvurarak, bir İngiliz zırhlısıyla İstanbul'dan ayrıldı.
Cumhuriyetin İlanı (29 Ekim 1923)
Saltanatın kaldırılmasının ve Lozan Barış Antlaşması'nın ardından TBMM'de en çok tartışılan konulardan biri, yeni devletin niteliği sorunuydu. Kendisi bir hükümet olan TBMM'nin ayrı bir hükümeti ve bu hükümeti yönetecek bir başbakanın bulunmaması, meclis içinden bakanların seçiminde adayların gerekli oyu sağlamakta güçlük çekmeleri, sürekli sorunlara yol açmaktaydı. 
27 Ekim 1923'te Ali Fethi (Okyar) Bey başkanlığındaki hükümetin istifası ve Cumhuriyet Halk Partisi grubunun yeni hükümet listesi üstünde anlaşmaya varamaması üzerine, Atatürk 28 Ekim gecesi arkadaşlarını toplayarak sorunun gerçek çözümüyle ilgili düşüncesini açıkladı ve İsmet İnönü'yle o gece, devletin niteliğinin cumhuriyet olduğunu saptayan bir yasa tasarısı hazırladı. 
Ertesi gün TBMM, yapılan işin;çoktan doğmuş olan çocuğun adını koymak; olduğunun milletvekillerine açıklanmasından sonra, saat 20.30'da Anayasa değişikliğini kabul ederek cumhuriyeti ilan etti ve oy birliğiyle alınan bu karardan sonra cumhurbaşkanı seçimine geçerek, gene oy birliğiyle Gazi Mustafa Kemal Paşa'yı Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk cumhurbaşkanı olarak seçti.
Halifeliğin Kaldırılması (3 Mart 1924)
Saltanatın kaldırılmasından ve Mehmet VI Vahdettin'in İstanbul'dan ayrılmasından sonra, TBMM'nin 18 Kasım 1922'de halife seçmiş olduğu Abdülmecit Efendi, eski rejim yanlılarının tek umudu haline gelmiş, bundan güç alan Abdülmecit Efendi de, yeniden törenler düzenlemeye, demeçler vermeye bazı İslam ülkelerinin kendisine bağlılık bildirmeleri üzerine, İslam dünyasının önderi tavrı takınmaya başlamıştı. Bu durumun yeni kurulmuş cumhuriyet yönetimi için tehlikeli olabileceğini kavrayan Atatürk, İzmir'deki ordu tatbikatları sırasında ordu komutanlarına hilafetin kaldırılması konusunda düşüncesini açıklayıp, yasanın meclis gündemine getirilmesini kararlaştırdı. 
1 Mart 1924'teki bütçe görüşmelerinde halifeye ve Osmanlı hanedanına verilecek ödenek konusunun gündeme getirilmesinden sonra, 3 Mart 1924't kabul edilen yasayla, halifelik kaldırılıp, ilerde saltanat ve halifelik iddiasında bulunmamaları için Osmanlı hanedanı üyelerinin de yurt dışına çıkarılmaları kabul edildi.
Medeni Kanunun Kabulü (17 Şubat 1926)
Osmanlı İmparatorluğu döneminde hukuk işleri din kurallarına göre yönetilmekte olduğundan, çağdaş toplumlar düzeyine erişmek isteyen Türk toplumunun temel gereksinmelerinin, söz konusu hukuk yapısıyla karşılanamayacağı anlaşılmıştı. 
Tanzimat Dönemi'nde hazırlanan Mecelle, bazı yenilikler getirmekle birlikte, kişilerin hak ve borçları, aile kurumu, işleyişi ve sona ermesi, mülkiyet ilişkileri, miras sorunları, kiralama, satın alma, ödünç verme, vb. ilişkiler açısından, gerçek bir Medeni Kanun sayılamazdı. 
Bu nedenle İsviçre Medeni Kanunu örmek alınarak hazırlanan Medeni Kanun, 17 Şubat 1926'da TBMM'de kabul edilerek, yürürlüğe kondu. 
Bunu, öbür temel yasalar ile, ceza hukuku alanındaki boşlukları gideren Ceza Kanunu'nun kabul edilip (1 Mart 1926) yürürlüğe konması izledi.
Tarikatların Kaldırılması, Tekke Ve Zaviyeyerin Kapatılması (30 Kasım 1925)
Başlangıçta yalnızca din konularıyla ilgilenen, farklı düşünce sistemleri geliştirerek taraftarlarını çoğaltmaya çalışan tarikatlar, zaman içinde siyasal olaylarda etkili rol oynamaya, çıkarları tehlikeye düştükçe halkı ayaklandırmaya koyulmuşlardı. 
Bu etkinliklerini cumhuriyetin ilanından sonra da sürdürmeye kalkışmaları ve Menemen Olayı, Şeyh Sait Ayaklanması gibi şeriattan yana ayaklanmalara yol açmaları üstüne 'Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler memleketi olamaz. Türkiye Cumhuriyeti her alanda doğru yolu gösterecek, uyaracak güçtedir. 
Biz uygarlığın bilim ve fenninden güç alıyoruz ve ona göre yürüyoruz. 
Başka bir şey tanımayız' diyen Atatürk'ün sözleri ışığında harekete geçilerek, 30 Kasım 1925'te çıkarılan yasayla tekkeler ve zaviyeler kapatıldı.
Laikliğin Kabulü (1928-1937)
Saltanatın kaldırılması, hilafetin kaldırılması, Şeriye ve Evkaf Vekaleti'nin kaldırılarak yalnızca din işleriyle uğraşacak Diyanet İşleri Başkanlığı'nın kurulması, tarikat ve zaviyelerin kapatılması aşamalarından geçen laikliğin tam anlamıyla yasal tabana oturtulması için, 1924 Anayasası'nda yer alan Türkiye devletinin dini İslam'dır deyimini tartışmaya koyulan TBMM, 10 Nisan 1928'de Anayasa'nın ikinci maddesini değiştirip, 16. ve 38. maddeler gereğince milletvekilleri ile cumhurbaşkanının ant içerken söylemek zorunda oldukları vallahi sözcüğünü maddelerden çıkardı. 
Ayrıca, 26. maddedeki ahkamı şeriyenin tenfizi (şeriat hükümlerinin yürütülmesi) sözcükleri de Anayasa'dan çıkarıldı. İnananların ibadetlerini kendi dilleriyle yapmalarını doğal bir hak olarak gören Mustafa Kemal'in, aydın din adamlarıyla yaptığı görüşmelerden sonra, 3 Şubat 1928'de hutbelerin Türkçe okunmasının kabul edilmesini, dualar ve ezanın Türkçeye çevrilmesi çalışmaları izledi. 
5 Şubat 1937'de Anayasa'nın ikinci maddesinde laiklik ilkesine yer verilmesi ve Türkiye Cumhuriyeti'nin laik bir devlet olduğunun yazılmasıyla, laiklik devrimi tamamlanmış oldu.
Kadın Haklarının Tanınması (1930-1933 ve 1934)
Osmanlı toplumunda hemen hiçbir toplumsal ve siyasal hakkı bulunmayan kadınlara Medeni Kanun'la bazı haklar tanınmış olmakla birlikte, siyasal haklar açısından bir değişiklik yapılmamıştı. 
Atatürk'ün girişimiyle kadınların iktisadi ve siyasal yaşama katılmaları yönünde bir dizi değişiklik yapılarak, 1930'da belediye seçimlerinde seçme, 1933'te çıkarılan Köy Kanunu'yla muhtar seçme ve köy heyetine seçilme, 5 Aralık 1934'te Anayasa'da yapılan bir değişiklikle de milletvekili seçme ve seçilme haklarının tanınmasıyla, Türk kadını o yıllarda Avrupa devletlerinin çoğundaki kadınlardan daha ileri haklar elde etti ve çok geçmeden toplumda erkeklerin çalıştığı her alanda yerini aldı.
Şapka Ve Kıyafet Kanunu (25 Kasım 1925)
Ülke halkını her alanda çağdaş ve uygar düzeye çıkarabilmek için değişiklikler tasarlarken, dış görünüşüyle de bunu vurgulaması gerektiğine inanan Mustafa Kemal'in, 25 Ağustos 1925'te Kastamonu'ya yaptığı bir gezide başına şapka giyip, 'Buna şapka derler'; diye halkı şapka giymeye özendirmesinden sonra, 25 Kasım 1925'te Şapka Giyilmesi Hakkındaki Kanun çıkarılıp, dinsel giysilerle sokakta gezilmesi yasaklandı.
Takvim, Saat Ve Ölçülerde Değişiklik (1925 ve 1931)
Cumhuriyet döneminden önce Batı uluslarından ayrı takvim, saat, sayı ve ölçülerin kullanılması, hafta tatillerinin cuma günü olması, takvimin başlangıcı olarak Hazreti Muhammed'in Mekke'den Medine'ye göç ettiği tarih olan 622 yılının alınması (hicri takvim), sayı olarak eski sayıları, ölçü olarak da okka, dirhem, arşın, endaze, vb. ölçülerin kullanılması, Türk toplumu ile Batı toplumları arasındaki ilişkilerde büyük karışıklık ve güçlüklere yol açmaktaydı. 
26 Aralık 1925'te miladi takvimin kabul edilip, alaturka saat yerine Batı'da kullanılan alafranga saatin kabul edilmesiyle, 23 Mart 1931'de çıkarılan yasayla da gram, kilogram, ton, metre, kilometre gibi ölçülerin benimsenmesiyle, bir yandan Batı ülkeleriyle ilişkiler kolaylaştırılırken, bir yandan da yurdun her yerinde tutarlı bir ölçü ve ağırlık düzeni kurulmuş oldu.
Soyadı Yasasının Kabulü (21 Haziran 1934)
Soyadı bulunmamasının günlük yaşamda yarattığı güçlük ve karışıklıkların önünene geçmek amacıyla 21 Haziran 1934'te çıkarılan yasayla, her Türk kendine uygun bir soyadı almakla yükümlü kılındı. 
24 Kasım 1934'te çıkarılan bir yasayla da TBMM Mustafa Kemal'e Atatürk soyadını verdi. Aynı yıl çıkarılan bir başka yasayla ayrıcalıkları belirten eski unvanların yasaklanmasıyla, yasalar önünde eşitlik ilkesinin gerçekleştirilmesinde önemli bir adım atılmış oldu.
Eğitim ve Öğretim Devrimi (3 Mart 1924)
Osmanlı toplumundaki medreseler ile iptidai, rüştiye, idadi türünde okulların toplumun gereksinme duyduğu elemanları yetiştirme açısından özellikle sayı bakımından yetersiz kaldığını gözleyen, eğitimin önemini yaptığı konuşmalarda sık sık vurgulayan Atatürk'ün yol göstericiliği altında TBMM, eğitim ve öğretim işlerini Milli Eğitim Bakanlığı'na verip, 3 Mart 1924'te çıkardığı Öğretimin Birleştirilmesi yasasıyla, mahalle mektepleri ve medreseleri kaldırdı. 
Anadolu'nun çeşitli kentlerinde meslek okulları, teknik okullar, öğretmen okulları, ortaokul ve liseler açılırken, çıkarılan Üniversiteler Kanunu'yla Darülfünun kaldırılıp, yerine İstanbul Üniversitesi kuruldu
Harf Devrimi (1 Kasım 1928)
Öğrenilmesi son derece güç olan Arap abecesinin okuryazar sayısının artmasını engellediğini, ayrıca Türkçe sesleri dile getirmede güçsüz kaldığını anlayan Atatürk'ün, 1926'dan başlayarak yaptırdığı araştırmalar sonucunda, Türkçe'nin yapısına en uygun abece olduğuna karar verilen Latin abecesi alınıp, yeniden düzenlenerek, 1 Kasım 1928'de çıkarılanTürk Harfleri Hakkında Kanun'la yürürlüğe kondu ve Atatürk'ün kendisinin de katıldığı yaygınlaştırma çalışmaları sonucunda, kısa süre içinde benimsendi.
Dil Devrimi (12 Temmuz 1932)
Osmanlılar döneminde aydınların büyük ölçüde Farsça ve Arapça sözcük ve dilbilgisi kuralı içeren Osmanlıca'yı kullanmalarından ötürü, aydınlar ile halkın dil bakımından birbirlerinden kopmuş olmaları, cumhuriyet öncesindeki dönemde de bazı aydınları rahatsız etmiş, Selanik'te çıkarılan (1911) Genç Kalemler dergisinde;Yeni Dil hareketi başlatılmış, ama dilde yabancı sözlüklerden yeterli bir arınma sağlanamamıştı. 
Türkçe'nin özleştirilerek yeni Türk abecesiyle dünyanın en zengin dillerinden biri haline getirilmesini amaç alan Atatürk, 12 Temmuz 1932'de, sonradan Türk Dil Kurumu adını alan Türk Dili Tetkik Cemiyeti'ni kurdurarak, Türkçe'nin gerçek bir bilim, edebiyat ve sanat diline dönüşmesi çalışmalarını hızlandırdı.
*****************************************************************************************
http://kepsut.gov.tr/ataturk-devrimler

21 Haziran 2024 Cuma

ATATÜRKÇÜLÜK O’NUN FELSEFESİNİ UYGULAMAKTIR

 Atatürkçülük O’nun felsefesİnİ uygulamaktır

.   Sosyal demokrasi, Avrupa emperyalizminin ideolojisi.

.   Kemalizm ise bir milletin yok edilmesi aşamasında, Erzurum, Sivas Kongreleri, Kuvayi Milliye’ler, yerel kongrelerden gelerek oluştu.

.   Harp meydanlarında, diplomasi masalarında kazanılarak gelinen sürecin sonudur Kemalizm.

Atatürkçülüğü çok büyük bir antiemperyalist hareket, mazlum milletlerin özgürlüklerine kavuşmasında bir sembol, bir ideal olarak gördüğüm için.

Kendimi hiç sosyal demokrat olarak tarif etmedim.

Sosyal demokrasi, Avrupa sosyal demokrasisi, emperyalist bir tarz almıştır.

Ekonomik olarak diğer ülkeleri sömürmekten başladılar.

Libya’da olan, Suriye’ye yapılmak istenen, sonra Rusya ve Çin’in duruşu nedeniyle askeri harekata dönüşememiş harekatların arkasında hep Avrupa Birliği vardır, Avrupa ülkeleri vardır.

Bunların hiçbiri sosyal demokrat ideolojiden uzak değildir.

Çevreye sahip çıkmak, sürdürülebilir kalkınma diyebilmek için sosyal demokrat olmaya lüzum yok. İnsan olmak yeterli.

Yoksa hiç kimse çevreye sahip çıkmak için sosyal demokrat olmaz.

Temeli 6 Ok İster Kemalizm deyin, ister Atatürkçülük, temeli 6 Ok’a dayanıyor.

Atatürkçülük bilim adamlarının masa başında oturarak yaptığı bir çalışma sonucu ortaya çıkmadı.

Kemalizm bir ülkenin işgalinden sonra bir milletin yok edilmesi aşamasında, Erzurum, Sivas Kongreleri, arkasından Kuvayi Milliye’ler, yerel kongreler böyle bir süreçten gelerek oluştu.

Harp meydanlarında dövüşe dövüşe, diplomasi masalarında kazanılarak gelinen bir sürecin sonudur Kemalizm.

Devamlı devrim, hep devrim, hep ileriye gitmek.

Çünkü her devrim bir devrim olarak başlar, evvela kanun devletine dönüşür, arkasından hukuk devletine dönüşür, ardından demokrasinin en ileri safhasına gelir.

CHP’de kırılma ne zaman oldu?

Bazı arkadaşlar çok kızacaklar ama Sayın Ecevit’le başladı.

Ecevit’in İsmet Paşa’yı devirip partiyi devralmasından sonra oldu.

Hep beraber yaptık bu yanlışı.

Sosyal demokrasi, sol gibi laflarla Atatürkçülükten uzaklaştık.

O söylemle biz geldiğimiz zaman demek ki sepetimizde bir şey yokmuş.

Ondan sonra CHP’de hep bir gerileme başlamıştır.

Hatta 80’den sonra CHP’de bir de muhafazakarlaşma başlamıştır.

Devrimci ilkelerimizden uzaklaşmaya başlamıştık.

İki temel unsurumuz, Halkçılık ve Devrimcilik’i çok ihmal etmişiz.

Kurtuluş Savaşı, Halkçılık mantığıyla yapılmıştır.

Kalkınma topyekün bir savaştır.

70’li yıllardan sonra üretimi nasıl arttıracağımızı söylemedik.

En büyük yanlışlarımızdan biridir.

Refaha giden yoldaki pastayı nasıl büyüteceğimizi anlatmadık.

Yabancı sermayeye karşı bağırırken neyi söylediğimizi doğru anlatmadık.

İzmir’de İktisat Kongresi’nde diyor ki “Benim hukukuma uyarak gelen varsa gelsin.”

Yani emperyalist olarak gelme diyor.

Bana baca tüttürmeye geliyorsan gel.

Halktan kopmamak, halkın sorunlarına çözüm üretmekle olur.

Varoştaki genç kızın hayallerini gerçeğe çeviremiyorsam, onun adı halkçılık değildir.

Çarşaflı kadına rozet takmakla halkçı olunmuyor.

Onun sorununu çözebiliyorsam, o halkçılıktır.

O harp içindeki ve harptan sonraki döneme bakın 30’lara kadar.

Kalkınma hızımıza bakın.

Halktan koptuğumuz nokta, üretimi arttırmaktan vazgeçtiğimiz andır.

Süte karşı çıkmayacağım, az olduğunu söyleyeceğim.

Yanına milli üretimim fındığımla, sultani üzümümü de koyup çocuklara ver demeliyim.

Ben üretimi öyle bir hale getireyim ki çocuk sabah evinden kahvaltı edip çıksın.

Eğer Güneydoğu Anadolu’da halkçı olmak istiyorsanız öyle Sayın Başbakan’ın gittiği gibi 3 konvoyla 5 bin polisle gitmek değildir.

Orada ağalık, şeyhlik, derebeylik düzenini nasıl yıkacağınızı söyleyerek halkçılık yapılır.

Hem ağalarla, şeyhlerle, şıhlarla kol kola gezeceksin, hem de halkçı olacaksın.

CHP’ye yakışan, orada bağıracaktı

-“Ben derebeyliği böyle yıkacağım, toprak ağalığını böyle bitireceğim”.

Mayından temizlenmiş araziyi devletin büyük ayıbı sonucu kaçakçılığa mahkum ettiği ve kolunu, bacağını kaybetmiş insana veririm.

O insanlara bir süt toplama fabrikası kursaydın da üç tanesi orada iş bulsaydı.

Bu insanlar çılgın mı 9 yaşındaki çocukla kaçağa gitsinler?

İster PKK’nın baskısıyla, ister İstanbul’da bunların rantını yiyen 3 tane ağa için gitsinler.

Sen eğer orda insanları umudu getirirsen, adam orda sırtçı bulamaz.

Umudu yaratabilirseniz, terör bölgesinde dağa çıkacak insan bulamazsınız.

6 Ok’u kötü uyguladım diye, reddi miras etmek durumunda değilim.

Ben 6 Ok’u doğru uygulamak, devrimciliği hayata geçirmek zorundayım.

Devrimcilik yani bütün ileri hareketlerin öncüsü olmam gerekir benim.

Bizler için, “Seçkinci” deniyor.

Aynı “Seçkinciler” değil mi, “Cumhuriyet kimsesizlerin, kimsesidir” diyen?

Şimdi, Köy Enstitüleri’nin kapatılmasını kabul etmem mümkün mü?

Köy Enstitülerinin açılması muhteşem bir ufuktur, kapatılması ihanettir.

Ama şimdi ne yapacağız, o tarihdeki bazı CHP yöneticileri, Köy Enstitülerini kapattı diye tümden mi red edeceğiz?

Bu ülkeyi demokrasiyi getirirken kim getirdi, o 6 Okçular getirmedi mi?

Temel hakları 6 Okçular getirdi

Devrimcilik dediniz.

Niye devrimci olalım?

Devrimciliğin ne faydası var?

İlerici olacaksın, çağdaş dünyada insanlar için mutluluk getiren her şeyin peşinden koşacaksın.

O beğenmedikleri 6 Okçular, hukukun üstünlüğü, çift meclis, anayasa yargısı, idarenin her türlü eylem ve davranışının yargıya tabi olduğu temel hak ve özgürlükler, o beğenilmeyen, o halktan koptu denilen CHP 1958’deki hedefler bildirgesinde vardır.

1923’ün ve bugünün Devletçiliği

Mesela, Devletçilik yerine Sosyal Devlet...

Eğer siz çok partili sisteme geçiyorsanız, Anayasa’nın hepsinin üstünde olması lazım.

Devletçilik’ten uzaklaşmak, 1923’ün devletçilik anlayışı ile 2012’nin devletçiliği bir olur mu?

2012’de kalkıp “Biz postal üretelim” diyebilir misiniz?

Hayır, postal üreten fabrikadaki işçinin insani haklarını korumaktır, benim şimdi çağdaş dünyadaki görevim.

Onun da yolu, Devletçilik’ten, karma ekonomiden geçmiyor mu?

Devlet vahşi kapitalizmin yaşandığı Amerika’da bile müdahale eder.

Ben inşallah, fert başına milli gelirin 30 bin dolar olduğunu göreyim.

Onu, Güneydoğu Anadolu’da hayvancılığı teşvik etmek için, devlet olarak ne yatırım yapmam gerekiyorsa yapacağım.

Orada Devletçiyim, hiçbir itirazım yok.

Bütün kirli sanayiyi, o dünyanın en güzel ovalarından çekerim.

Zamanında Devletçilik’e işte orada ihanet etmişiz.

Orta Anadolu bozkırında olsaydı o fabrikalar, dört tane de hızlı tren yolu yapsaydın.

O verimli tarım alanlarım yeşil kalsaydı.

Yaşadığınız döneme göre Devletçilik mantığı da değişir.

Ülkenin bağımsızlığı ile Devletçilik arasında bir ilgi var mı?

Kapitülasyonlarda, ne için kavga verdik.

Bağımsızlığımızı kazanalım diye.

İnsanlar karne ile ekmek almıştır ama alnı yere bakmayan bir ekonomi vardır.

Her şeyini kendi yapmıştır, şeker fabrikasını kurmuştur.

400 milyar dolar borcunuz varsa, Suriye’de sizi piyon diye kullanırlar.

Postal üretmeyeceğiz ama halkımın mutluluğu için devlet gerektiği yerde ekonomiye müdahale eder.

Böyle bir halk varken, halkçılık, devletçilik, devrimcilik çok güzel uygulanır.

Kim harekete geçirecek halkı?

Bu geniş cepheyle olur.

Türkiye öyle bir noktaya geldi.

Kimseyi dışlamadan, 1930 ruhuyla, Cumhuriyetçi geniş cephede oluşur bu iş.

Bana sorarsanız çatı partisi CHP olsun derim; başkası başka bir şey söyleyebilir.

İşte o Atatürk’e doğru yürümek.

Atatürk’e gitmek.

Demek ki orada sosyal demokrasi yok.

Bunu somut olarak nerede görüyorsunuz?

Atatürkçülüğün bu kadar yükseldiği bir dönem görmedim.

İnsanlar “Doğrusu Atatürkçülükmüş” demeye başladılar.

Bir dönemin muhafazakar Atatürkçülüğü, merasim Atatürkçülüğü değil...

Atatürkçülük, O’nun felsefesini hayata geçirebilmek.

Bursa konuşmasındaki gençliği yaratabilmek.

 “Hayır” diyorlar “Biz Atatürkçüyüz, sizinle beraberiz.”

Böyle bir taban da var.

Belki de Tayyip Erdoğan bu ülkeye ilk defa bir iyilik etti.

Kadınlar Atatürkçü oldu.

Kemal Kılıçdaroğlu için çok manidar.

Sen “Dersim’de katliam yapıldı, Atatürk de biliyordu” diyeceksin.

Manisa’ya geldiğin zaman insanlar Atatürk resimleriyle karşılayacaklar.

Demek ki bunu yasal bir şekilde miting haline getirip alanlara dökersek çok daha büyük rakamlara ulaşacağız.

Bu çok sağlıklı.

Hareketler ve liderler zaten olayların içinde doğarlar.

O kadar çeşitli ama hepsinin idolü Atatürk olan insanlar.

CHP de kendisini silkeler düzene girerse Türkiye’de bu geniş cephenin oyları yüzde 40’ları geçer.

Benim tarihimde hiçbir şekilde utanılacak bir şey yoktur.

Bir çökmüş imparatorluktan bir devlet yaratmanın getirdiği, bütün devrimlerde olduğu gibi hatalar olabilir.

Niye reddi mirasa yöneldi, CHP’nin o zaman ki yönetimi?

Ucuz kahramanlık yapıyoruz da ondan.

Emperyalizme karşı çıkarsanız Avrupalı’nın işine gelmez

Siz kendi doğrularınızı söylediğiniz sürece Avrupalıların işine gelmez.

Çünkü siz emperyalizme karşı çıkarsınız, sermayeyle sömürülmeye karşı çıkarsınız.

Bana göre CHP’nin en büyük yanlışı “biz sosyal demokratız” demekle başlamıştır.

Biz Atatürkçüyüz.

Atatürkçülüğün hiçbir kuralı sosyal demokrasinin hiçbir değerinden daha dar kapsamlı değildir.

Hatta 1936 Anayasamıza koyduğumuz “Halkçılık” kavramını Alman sosyal demokratlar 1958 kongresinde kendi tüzüklerine yazmışlardır.

İnsanlar birbirinden çok şey öğrenir ama hiçbir Avrupalı’nın bana bir ufuk, bir hedef vermek gibi ne görevleri ne de hakları var.

Modern bir devlette neyin olması gerektiği düşünen bir deha var.

O dönemde bir operaya ihtiyaç yoktu.

Bunu hangi çağdaşı düşünebilmiş?

Böyle bir ufuk varken neden sosyal demokratlık diyeyim?

Bir de anti emperyalist.

En büyük özelliği o.

İnsanlar eşittir diyorsanız emperyalizme karşı çıkmanız gerekir.

Hem insanlar eşittir, hak, hukuk, adalet diyeceksin, hem petrol için bazı devletlerin içişlerine karışacaksın.

Şimdi o çok meşhur sosyal demokratlarımız Libya’ya demokrasi mi getirdiler?

Irak’ta demokrasi mi var?

Aynısı Atatürk’e teklif edildiği zaman “herkes kendi ayakları üzerinde duracak, sonra beraber ittifak yapabiliriz” demiştir.

.   SERHAN BOLLUK 10 HAZİRAN 2012 PAZAR / Sayfa:10

.  "Eski CHP milletvekili, gazetemiz yazarı Şahin Mengü önemli bir tartışma açıyor.

“Sosyal demokrat”, “Demokratik sol” gibi kavramlara karşı “Atatürkçülük, Kemalizm” diyor.

Mengü’yle ikisi arasındaki farkı konuştuk.

KAYNAK-ALINTILAR:

https://egazete.aydinlik.com.tr/sites/default/files/dergi-arsivi/2012/06/10_06_2012.pdf


19 Haziran 2024 Çarşamba

ATATÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ

.    Atatürk Mİllİyetçİlİğİ

Bu sözler, Atatürk’ün 18 Aralık 1930 da İstanbul’da yaptığı bir konuşmadan alınmıştır. 

-  “Birtakım kelimeler vardır ki, sık sık telâffuz edildiği halde nattâ münevverlerimiz arasında onu tamamiyle anlayan çok değildir!”

Millet, milliyetçilik ve Atatürk milliyetçiliği, bir gerçek, bir realite olmakla beraber, bizzat Atatürk’ün deyimiyle, herkesin üzerinde ittifak edemediği kavramlar niteliğini taşımaktadır. 

Kurtuluş Savaşı dediğimiz Türk İstiklâl mücadelesi, bir millî oluşun destanı, millî benliğin idraki ve Türk halkının bir millet haline gelişinin hikâyesidir.

Bu büyük oluşum, dolayısiyle Atatürk’ün önderliğinde girişilen her hareket, atılan her adım, yapılan her teşebbüs, başına bir sıfat almıştır: 

-Millî sıfatı. Mücadele millî’dir.

Mücadelenin siyasî proğramı millî’dir: 

Misak-ı Millî. Varılmak istenen sınırlar millî’dir.

Hareketin enerji merkezi olmak üzere kurulan teşekkül millî’dir: Türkiye Büyük Millet Meclisi.

Girişilecek yolda, adım adım ilerleme için tasarlanan proğram millî bir sır halinde saklanmış ve zamanı gelince gerçekleştirilmeye çalışılmıştır.

Ve nihayet Atatürk’ün deyimiyle kin, nefret bile millî’dir.

Nitekim O, 1923 te Adana’daki bir konuşmasında.

-“Bu millet millî benliğini idrak ve bunu bütün dünyaya ispat eylemiştir. . .

Milletleri yükselten bu havassa bir âmil daha ilâve edelim: İntikam hissi.

Milletlerin kalbinde intikam hissi olmalı.

Bu, bayağı bir intikam değil, milletin hayatına, ikbaline, refahına düşman olanların zararlarını gidermeye yönelen bir millî intikamdır” demişti.

Mustafa Kemal, daha Millî Mücadele’nin başlangıcında Türklük duygusu’nu kendisine rehber olarak almış ve bunu gerçekleştirmeğe çalışmıştır. 

Ordu Müfettişi sıfatiyle Samsun’a ayak basışından birkaç gün sonra, 22 Mayıs 1919 da Sadarete gönderdiği raporda, İzmir’in Yunanlıların işgali altına düşmüş olmasına temasla,

-“Türklüğün ecnebi idaresine tahammülü olmadığı” nı belirttiğini ve izlenecek yolu şöyle tesbit ettiğini görüyoruz:

-“Millet, yekvücut olup hakimiyet-i millîye esasını ve Türk duygusunu hedef ittiraz ederek” gerekeni yapacaktır.

Bu bakımdan Kurtuluş Savaşı, Türklerin millî benliklerinin şuuruna varıp o yolda harekete girişmeleri demektir.

-“Biz, milliyet fikirlerini tatbikte çok gecikmiş ve çok tekâsül göstermiş bir milletiz. Bunun zararlarını fazla faaliyetle gidermeğe çalışmalıyız.. Bahusus, bizim milletimiz, milliyetinden tegâfül edişinin çok acı cezalarını gördü. Osmanlı imparatorluğu içindeki muhtelif kavimler hep millî akidelere sarılarak milliyet mefkuresinin kuvvetiyle kendilerini kurtardılar. Biz ne olduğumuzu, onlardan ayrı ve onlara yabancı bir millet olduğumuzu, sopa ile içlerinden kovulunca anladık. Kuvvetimizin zaafa uğradığı anda onlar bizi tahkir, tezlîl ettiler. Anladık ki kabahatimiz kendimizi unutmaklığımızmış. Dünyanın bize hürmet göstermesini istiyorsak evvelâ biz, kendi benliğimizi ve milliyetimize bu hürmeti hissen, fikren, fiilen bütün ef’al ve harekâtımızla gösterelim. Bilelim ki, millî benliğini bulmıyan milletler başka milletlerin şikârıdır”.

20 Mart 1923 te Konya Türk Ocağı salonunda bunları söyleyen Mustafa Kemal’ ayni zamanda Türk Kurtuluş Savaşı’nın Türklerin cemaat halinden millet hayatına geçişleri demek olduğunu da açıklamıştır.

Şöyle ki: 27 Ekim 1922 de Bursa öğretmenlerine hitabederken,

-“İtiraf edelim ki, biz üç buçuk sene evveline kadar cemaat halinde yaşıyorduk. Bizi istedikleri gibi idare ediyorlardı. Cihan bizi temsil edenlere göre tanıyordu Üç buçuk senedir tamamen millet olarak yaşıyoruz” diyerek bu büyük oluşuma işaret etmiştir. 

Türk Kurtuluş Savaşı, millî benliğin idraki demek olduğuna göre, idrak edilen bu benliğin elbetteki devam ettirilmesi gerekir. Bunun için de milletin bir mefkûreye, bir ideale, bir ülküye sahip olması icabeder.

Atatürk, eserleri ve fikirleri hakkında yazılan eserlerin bir çoğunda, Atatürk’ün millete bir ideal, bir ülkü vermediği veya veremediği görüşü ortaya atılmıştır.

Dolayısiyle Atatürk kuşaklarının bir millî ülküden, millî mefkûreden yoksun olarak yetiştirdikleri iddia edilegelmiştir.

Oysaki daha Kurtuluş Savaşından itibaren Mustafa Kemal’in, “millî mefkure”, “millî ideal” veya “millî ülkü” deyimleriyle bunu bütün açıklığıyle tesbit ettiğini görüyoruz.

Meselâ 30 Ağustos 1924 de Dumlupınar zaferinin yıldönümü için yaptığı o muazzam konuşmada millî hedef diye millî mefkûre’den bahsetmişti:

- “Milletimiz bundan sonraki mesâisinde de muvaffak olabilmek için millî hedefini bütün vuzuh ve kat’iyetiyle, tekmil vatandaşların nazarında ve vicdanlarında bütün parlaklığıyle tesbit etmiş bulunuyor. İsterseniz benim burada hedef dediğim şeyi siz milletin mefkûresi diye adlandırınız.

Fakat bu unvanı verirken dikkat ediniz ki, hayalî bir mânaya kendimizi kaptırmıyalım. . .

Efendiler!

Milletimizin hedefi, yâni millî mefkûresi, bütün cihanda tam lmanasiyle medenî bir içtimaî hey’et olmaktır”.

Millî ideal kavramının, giderek daha da belirli hale konulduğuna şahit oluyoruz.

Gerçekten, 4 Şubat 1935 tarihli beyannamede Atatürk, millî ideali, millî birlik, millî duygu ve millî kültür şuuru olarak tanımlamıştı:

-“Türk ulusunun idaresinde ve korunmasında ulusal birlik, ulusal duygu, ulusal kültür en yüksekte göz diktiğimiz idealdir". Nihayet, 10. yıldönümü nutkunun kulaklarımızda her zaman çınlayan paragrafını hatırlıyalım:

-“Milletimizin yüksek karakterini, yorulmaz çalışkanlığını, fıtrî zekâsını, ilme bağlılığını, güzel san’atlara sevgisini, millî birlik duygusunu mütemadiyen ve her türlü vasıta ve tedbirlerle besliyeek inkişaf ettirmek millî ülkümüzdür

Atatürk’ün Türkiye’de yepyeni bir Millet’in mevcut olduğu hakkındaki kanaatini en açık delilini, 1931 de Ortaokullarda okutulmak üzere hazırlanan ve Bn. Âfet (Prof. Dr. A. İnan) imzasını taşıyan Vatandaş için Medenî Bilgiler kitabının Millet bahsinde bizzat kendi kaleminden çıkan şu cümlede buluyoruz: 

-"Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir"

1 Mart 1922 de TBMM üçüncü toplanma yılını açış nutkunda bir görüşle tanımladığını görüyoruz:

-"Türkiye halkı, ırkan veya dinen veya harsen müttehit, yekdiğerine karşı hürmet ve fedakârlık hisleriyle dolu ve mukadderet ve menfaatleri müşterek olan bir içtimaî hey'ettir".

Atatürk’ün milliyetçiliği şöyle tarif ettiğini öğreniyoruz:

-“Türk, milliyetçiliği, terakki ve inkişaf yolunda ve beynelmilel temas ve münasebetlerde, bütün muâsır milletlere muvazi ve onlarla bir âhenkte yürümekle beraber, Türk içtimai hey'etinin hususî seciyelerini ve başlı başına müstakil hüviyetini mahfuz tutmaktır”

………………………….

KAYNAK/ ALINTI:  https://belleten.gov.tr/tam-metin/2049/tur


TÜRKÜM DİYENE

. NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE! Bu sözden neler anlamalıyız? "Ne mutlu Türk'üm diyene!" sözü, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu...