29 Mart 2022 Salı

Cumhuriyet Buğdayı

 .  Cumhuriyet Buğdayı

“Eskiden dışarıdan un ithal ederdik, şimdi dışarıya buğday ihraç ediyoruz” (Son Posta Gazetesi, Cumhuriyet 15. Yıl İlavesi, 29 Ekim 1938)

Türkiye, son yıllardaki yanlış tarım politikaları nedeniyle bu topraklara yetişen pek çok tarım ürünü gibi buğdayı da ithal etmeye başlıyor.

- “Kendi buğdayımızı dahi yurt dışından temin etmek durumunda kalıyoruz,” sözü maalesef gerçek oluyor. (Çağlar Keyder-Zafer Yenal, “Türkiye'nin Büyüyen Tarım Sorunu: İklim Değişikliği ve Devlet”, (sarkac.org), 15 Ocak 2022)

Oysa 1923'te Cumhuriyet ilan edilirken buğday ithal eden Türkiye, 15 yılda, 1938'te buğday ihraç etmeye başlamıştı:

OSMANLI'DA BUĞDAY KITLIĞI VE AÇLIK

Tarih boyu Anadolu dünyanın tahıl ambarlarından biri oldu. Selçuklu'dan Osmanlı'ya Türkler Anadolu'da yüzyıllar boyunca ektiler, biçtiler, bu topraklarda kendi kendilerine yettiler.

1596-1607 arasındaki uzun Avusturya ve İran savaşları sırasındaki Celali İsyanları nedeniyle köylünün üçte ikisi köyünü bırakıp “çift bozup” kentlere göç etti.

Köylerin terk edilmesiyle tarımsal üretim, özellikle de buğday üretimi azaldı.

Buğday üretimi azalınca devlet, Avrupa'ya buğday satışını durdurdu.

Buğday darlığı, zaman zaman kıtlığa yol açtı.

Osmanlı'da 1494-1503 arasında, 1564'te, 1573-1576 arasında ve 1603'te Anadolu'da kıtlık görüldü. Yeterli buğday bulunamadığı için ekmeğin fiyatı çok yükseldi.

Sonunda hububat alım satımı “vesikaya” bağlandı.

1607'de İstanbul'da İngiliz elçisi bile yiyeceği ekmeğin buğdayını ancak vesikayla satın alabildi.

Osmanlı tebaası 15 yıl ekmek bulmakta zorlandı, halk açlıkla pençeleşti. (Mustafa Akdağ, Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası, s. 42, 43, 89, 421-425)

Osmanlı'da son büyük kıtlık 1873-1875 arasında görüldü.

Ankara, Kırşehir, Yozgat, Çankırı ve Sivas'ta on binlerce insan açlıktan öldü. 12 Mayıs 1874'te Ankara'dan Basiret Gazetesi'ne gönderilen bir mektupta şöyle denilmekteydi:

- “Yirmi dört saatte bir defa arpa unundan bir bulamaç içiyoruz.

Bu da bitmek üzeredir.

Öküz ve diğer hayvanların tamamı telef oldu…

Çoluk çocukların ekmek diye feryatlarına tahammül etmek mümkün değildir.”

1873-1875 arasında Ankara'nın Keskin kazasındaki 160-170 köydeki 52.000 kişiden 20.000'i açlıktan öldü, 7.000'i başka yerlere göç etti. (Türk Ziraat Tarihine Bir Bakış, İstanbul, 1938, s. 210-213).

Osmanlı'da 16. yüzyıldan itibaren toprak düzeninin bozulması, sürekli savaşlar ve zaman zaman yaşanan kuraklıklar nedeniyle tarımsal üretim azaldı.

19. yüzyıldan beri Batı'nın sadece sanayi ürünleri değil, tarım ürünleri de Türkiye'yi istila etmeye başladı.

Osmanlı, 19. yüzyılda buğday, pirinç gibi en temel tarım ürünlerini ithal etti.

Örneğin, Osmanlı, 1878-1913 arasında her yıl ortalama net 75 bin ton un, 65 bin ton pirinç ve 10 bin ton buğday ithal etti.

Bu ürünler için yabancı ülkelere her yıl net 2 milyon altın liraya yakın para ödendi.

Fakat bu ithal tarım ürünleri ancak büyük kentlerin ihtiyacını karşıladı.

Osmanlı, Rusya'dan buğday satın aldı.

1914-1918 arasındaki Birinci Dünya Savaşı sırasında, tarımsal nüfusu oluşturan erkeklerin büyük bir bölümünün askere alınması ve savaş sonunda kaybedilen topraklar nedeniyle Osmanlı'da tarımsal üretim iyice azaldı.

Genel Seferberlik döneminde 66 milyon dekar olan hububat üretimi 35 milyon dekara düştü. Savaş sırasında hububat üretimi % 40 azaldı.

Bu nedenle savaş öncesinde 28-35 para eden buğday, savaş sonuna doğru 1917 başında 80-90 paraya yükseldi.

İstanbul'a gelen un azalınca ekmek fiyatları arttı. 12 Ağustos 1914'te İstanbul'da ekmek 60 paraya yükseldi.

Devlet ordunun ihtiyacını karşılamak için tüccardaki buğday, koyun, patates, fasulye, nohut, soğan, sadeyağ gibi malların % 25'ine “tekâlifi harbiye” olarak el koydu.

Savaşta buğday ve ekmek dışındaki tüketim maddeleri de iyice azaldı. (İlhan Tekeli-Selim İlkin, Cumhuriyetin Harcı, s.6, 11, 13)

1918'de İstanbul'da ekmek sıkıntısı baş gösterdi.

1919-1922 arasında Kurtuluş Savaşı sırasında Anadolu'da buğdaysız, ekmeksiz ve aç kalan insan sayısı hiç de az değildi.

Osmanlı'da Tarımsal Üretimi Artırma Çabaları Osmanlı'da, Tanzimat döneminin başında, 1838'de, Dışişleri Bakanlığı'na bağlı bir “Ziraat ve Sanayi Meclisi” toplandı.

1840'ta çiftçilere tohumluk dağıtıldı. 1843'te bir “Ziraat Meclisi” daha toplandı.

Bu meclis, bazı göçmenleri ziraata yönlendirdi.

Çiftçileri yüksek faizden kurtarmanın yollarını aradı.

Eyalet, sancak ve kaymakamlıklara birer “ziraat müdürü” ve “müdür yardımcısı” tayin edildi.

Tarımsal üretimi artırmak da dâhil çeşitli konularda görüşlerine başvurmak için eyaletlerden murahhaslar çağrıldı.

Eyaletlere “imar meclisleri” gönderildi.

1846'da ilk defa “Ziraat Bakanlığı” kuruldu.

Hayvan hasatlıklarına karşı bazı tedbirler alındı.

1846'da Ayamama Çiftliği'nde ilk “Ziraat Mektebi” açıldı.

1848'de Fransa'dan baytar ve nalbant; 1849'da da Mektebi Tıbbiyenin Botanik Bahçesi için Viyana'dan bahçıvan getirilmesine karar verildi.

1845'te “Hayvanların Otlatılması ve Bağ ve Bahçelerin Muhafazası Hakkında Nizamname” kabul edildi.

1860'lardan itibaren pamuk tarımına önem verildi.

Devlet, pamuk tarımını teşvik için 1862'de bir irade yayınladı.

Buna göre üreticilere bazı kolaylıklar sağlandı.

1863'te çiftçilere önemli miktarda pamuk tohumu dağıtıldı.

1866'da Amerika'dan pamuk tohumu getirildi ve çiftçilere dağıtıldı.

1866'da pamuk yetiştiricilerine madalya verilmesine karar verildi.

Tanzimat döneminde Osmanlı Devleti, uluslararası sergilerde bazı Türk tarım ürünlerini sergiledi.

1856'da bir “Orman Mektebi” açıldı. 1891'de “Halkalı Ziraat Mektebi” açıldı.

Ayrıca 19. yüzyılda çeşitli vilayetlerde de çeşitli ziraat mektepleri açıldı.

Türkiye'de Tanzimat'tan Cumhuriyete kadar tarımsal üretimi artırma çabaları maalesef istenilen sonucu vermedi.

Atatürk, 1923'te Cumhuriyeti ilan ederken Türkiye'de nüfusun % 85'i köylerde yaşıyordu.

Halkın temel geçim kaynağı tarımdı.

Ancak tarım ilkel yöntemlerle yapılıyor, pek çok arazi ekilmeden öylece boş duruyordu.

Çiftçi parasız ve bilgisizdi.

Tarımsal üretim çok yetersizdi.

Erken Cumhuriyet Dönemi Tarım Politikaları

Atatürk, “Türkiye'nin gerçek sahibi ve efendisi, gerçek üreticisi olan köylüdür” diyerek yola çıktı.

Atatürk'ün, 8 Nisan 1923 tarihli “9 Umde Beyanname”sinin 3. ve 5. maddeleri tarımla ilgiliydi.

1923'te İzmir İktisat Kongresi'nde tarımla ilgili ilk önemli kararlar alındı.

1924'te “Köy Kanunu” çıkarıldı.

1925'te köylüyü, çiftçiyi ezen “Aşar Vergisi” kaldırıldı.

1929'da “Tarım Kredi Kooperatifleri” kuruldu.

“Ziraat Bankası” çiftçiye en uygun şekilde kredi verecek biçimde yeninden yapılandırıldı.

Tarım eğitimi için yurt dışına öğrenci gönderildi.

Eğitimde başöğretmen olan Atatürk, tarımda da başçiftçi oldu.

1925'te Ankara'da “Atatürk Orman Çiftliği”ni kurdu.

Başka yerlerde de başka çiftlikler kurdu.

Atatürk'ün örnek çiftliklerinde modern tarım ve ileri hayvancılık teknikleri uygulandı.

Ziraat Enstitüsü ve tarım okullarında okuyan öğrenciler buralarda staj yaptı.

1930'da Ankara'da kurulan “Yüksek Ziraat Mektebi,” 1933'te ziraat, orman, baytar, ziraat sanatları ve tabiat ilmi adlı 5 bölümden oluşan “Yüksek Ziraat Enstitüsü”ne dönüştürüldü.

Bu enstitüye çok sayıda Alman profesör getirildi.

1930'da İstanbul, Bursa, İzmir, Adana'da “Orta Ziraat Okulları” açıldı.

1930'da “Hayvan Sağlık Memurları Okulu”, Bursa, Eriklice, Antalya, Diyarbakır'da “İpek Böcekçiliği Okulları” açıldı.

Bursa'daki okul 1939'da “İpek Böcekçiliği Enstitüsü” oldu.

Osmanlı'dan kalan 3 ziraat okulu iyileştirildi.

Bunlara ek olarak Ankara, Kastamonu, Sivas, İzmir, Balıkesir, Bursa, Erzincan, Adana, Erzurum, Çorum'da “Uygulamalı Ziraat Okulları” açıldı.

Ankara ve Adana'da da “Tarım Makinist Okulları” açıldı.

1943-1947 arasında 5 “Teknik Ziraat Okulu” ve 2 “Teknik Bahçıvanlık Okulu” açıldı.

Atatürk, aynı zamanda örnek bir çiftçiydi.

Köylüye süne böceğine dayanıklı buğday tohumu, 6 çeşit çeltik tohumu ve pamuk tohumu dağıtıldı.

Çiftçiye dağıtılan yabancı tohumlar gümrük vergisinden muaf tutuldu. (Tarih IV, Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri, s. 281-282)

Önceleri Avrupa'dan, Amerika'dan ve Kıbrıs'tan alınan tohumlar halka dağıtılırken, 1926'dan itibaren “tohum ıslah” çalışmalarına başlandı.

1926-1948 arasında İstanbul, Eskişehir, Adapazarı, Ankara, Kayseri, Antalya, Erzurum, Samsun'da “Tohum Islah İstasyonları”; Ordu, Çorum, Erzurum ve Atatürk'ün örnek çiftliklerinde “Deneme Tarlaları”; İstanbul, Adapazarı, Eskişehir, Ankara, Antalya, Samsun, Erzurum'da “Tohum Üretme Çiftlikleri” kuruldu. (Tekeli-İlkin, s. 300)

1928'deki büyük kuraklık nedeniyle Cumhuriyeti kuranlar kuru tarıma yöneldi.

Atatürk'ün isteği ile Numan Kıraç, kuru tarım eğitimi için ABD'ye gönderildi.

Kıraç, 1931'de yurda dönünce Eskişehir'de “Dry Farming Deneme İstasyonu”nu kurdu.

1938'de “Köy ve Ziraat Kongresi” toplandı.

12 Şubat 1937'de “Zirai Kombinalar İdaresi” kuruldu.

Atatürk, 11 Temmuz 1937'de örnek çiftliklerini hazineye bağışladı.

Bu çiftlikleri yönetmek için 1 Ocak 1938'de “Devlet Ziraat İşletmeleri Kurumu” oluşturuldu. 1938'de “Toprak Mahsulleri Ofisi” kuruldu.

1940'ta Milli Korunma Kanunu'nun çıkarılmasından sonra boş devlet arazilerinde Tarım Bakanlığının devlet adına tarım yapmasına izin verildi.

1 Mart 1950'de “Zirai Kombinalar” ve “Devlet Ziraat İşletmeleri” birleştirilerek “Devlet Üretme Çiftlikleri” kuruldu.

1923-1938 arasında Ankara, Bilecik, Halkalı, Kırklareli, Tekirdağ ve Manisa'da fidanlıklar kuruldu. 1938'de halka 3.022.960 fidan dağıtıldı.

Elma, incir, zeytin, fındık, narenciyeler, fıstık, kayısı üzerince çalışmak için Arifiye, Aydın, Giresun, Antalya, Gaziantep, Malatya ve İzmir'de birer “Meyvecilik İstasyonu”; Kastamonu, Niğde, Ankara, Erzincan, Kütahya, Çanakkale, Alanya, Tarsus, İzmir ve Mersin'de birer “Meyve Fidanlığı” kuruldu.

Yabani zeytin ağaçlarının aşılanması için İzmir, Muğla, Balıkesir, Çanakkale'de birer “Seyyar Zeytin Bakım Teşkilatı” kuruldu.

1939'da “Zeytin Kanunu” çıkarıldı.

Çay fidanı yetiştirmek üzere de Rize'de bir “Çay Fidanlığı” kuruldu.

Erken Cumhuriyet dönemi tarım politikaları oldukça başarılı oldu.

1920-1938 arasında pamuk, tütün, şeker pancarı, üzüm, fındık, incir, zeytin ve buğday üretiminde önemli miktarda artışlar oldu.

1926'da “Islahı Hayvanat Kanunu” kabul edildi.

Hayvan hastalıklarıyla mücadele edildi.

Bu amaçla 28 adet çeşitli aşı ve serum hazırlandı. Karacabey, Sultansuyu, Konya ve Çukurova haraları; Sivas, İnanlı, Erzurum, Diyarbakır, Adana ve Mahmudiye aygır depoları; Kars, İnanlı inekhaneleri kuruldu. Merinos koyunu yetiştirildi.

Bu sayede hayvan varlığında önemli miktarda artış sağlandı.

Cumhuriyetin Buğday Islah Çalışmaları

1928'de Yeşilköy Tohum Islah İstasyonu'nda, İtalya'dan getirilen Mentana buğdayı üzerinde çalışmalar yapıldı.

Tohum Islah Enstitülerinde, Türkiye'de yetişen buğdaylarının sınıflandırması yapılarak verimli ve hastalıklara karşı dayanıklı türler geliştirildi.

Erken Cumhuriyet döneminde Tohum Islah Enstitülerinde buğday varyetelerinin araştırılması sonunda yeni buğday varyeteleri elde edildi.

Böylece dünyada o zamana kadar bilinen varyetelere Vulgare'den 113, Compactum'dan 50, Durum'dan 46, Turgidum'dan 19, Polonicum'dan 6, Persicum'dan 1 ve Aegilopides'ten 1 yeni varyete eklendi.

Bu araştırmalara kadar dünyada bilinen 270 Vulgare çeşidinin 223'üne Anadolu'da rastlandı. 113 de yeni çeşit bulundu.

Bu çalışmalar sayesinde Türkiye de “buğdayın menşei olan ülkeler” arasına katıldı. (Tekeli-İlkin, s. 306-307)

Yeşilköy Tohum Islah İstasyonu'nda 113 nolu sert buğday, 1012 nolu Tesalüp Buğdayı; Adapazarı Tohum Islah İstasyonu'nda Bindane Cumhuriyet Buğdayı, Eskişehir Sazova Tohum Islah İstasyonu'nda A. Numan Kıraç öncülüğünde Makarnalık Sarı Buğday 710, Yumuşak Buğday AK 702, Sert Ak 52 ve Yayla 305 buğdayları; Ankara Tohum Islah İstasyonu'nda 253 nolu sert buğday üretildi. Geliştirilen bu buğday cinsleri, köylünün kullandıklarına göre % 20-30 daha fazla ürün verdi.

Kurak yıllarda bu fark % 100'e kadar çıktı. (Ali Turhan Atay, “Türk Tohum Islahının Tarihçesi”, Tarım ve Mühendislik, S.78-79, s.46-47; Tekeli-İlkin, s. 307)

1938 yılında gazeteler şöyle yazıyordu:

- “Eskiden dışarıdan un ithal ederdik, şimdi dışarıya buğday ihraç ediyoruz”

(Son Posta, Cumhuriyet 15. Yıl İlavesi, 29 Ekim, 1938, s.6)

https://www.sozcu.com.tr/2022/yazarlar/sinan-meydan/cumhuriyet-bugdayi-7037540/

24 Mart 2022 Perşembe

İnebolu Nutku

 .   Şapka ve Kıyafet Devrimi                              

Atatürk, 23 Ağustos 1925'te Kastamonu ve İnebolu'ya yaptığı seyahatlerde şapkayı halka göstererek kıyafet devriminin ilk işaretini verdi.

Mustafa Kemal Paşa, İnebolu Türk Ocağı’nda tarihi şapka nutkunu gerçekleştirmiştir:

“Hanım ve Bey arkadaşlarım;

Bana seçkin huzurunuzda söz söylemek fırsatını verdiğinizden çok mutluyum. Bunun için size özellikle teşekkür ederim.

Hemen ardından eklemeliyim ki, İnebolu’nun saygıdeğer halkı beni çok içten kabul etti; hakkımda yürekten gösteride bulundu.

Bunun bende oluşturduğu mutluluk duygularını Belediye dairesinde ve hükümet konağında yeri gelmişken söylemiştim.

Fakat burada, önünüzde bir kez daha bu mutluluğumu ve içten teşekkürlerimi söylemek benim için çok zevkli bir görevdir.

İzninizle onu açıklayayım:

Arkadaşlar, ben sevgili memleketimizin hemen bütün bölümlerini gezdim, gördüm. Vatandaşlarımızın büyük kesimleriyle  yakından görüştüm.

Bütün bu candan görüşmelerimin bende bıraktığı silinmez anıları tekrar anarken, söylemeliyim ki bu çevrede, Çankırı ve Kastamonu çevresinde ilk defa olarak geziyorum.

Arkadaşlar, bu çevreyi yakından görmek benim için kutsal bir istek halinde idi.

Bu istek şüphesiz memleket ve millet görevlerini bilerek yerine getirme bakış açısından aynı zamanda bir görev idi.

Onun için il adına Ankara’ya gelen saygıdeğer heyetin yaptığı çağrıyı mutlulukla ve hemen kabul ettim. Bu noktada güzel ve yüksek bir noktayı anlatmak, benim için çok övünme sebebi olacaktır.

Önemli bir görevin yerine getirilmesinde benden önce harekete geçen, millet olmuştur.

Benim şu  veya bu nedenle sonraya bıraktığım önemli görevi millet beni uyararak bana yaptırmıştır.

Bunu milletin ortak ruhundaki büyüklüğe parlak bir örnek olarak söylemeliyim.

"Efendiler; bu söz nedeniyle ufak bir noktayı tekrar edeyim.

 “Efendiler” dediğim zaman başka yerde olduğu gibi burada da bunun işaret ettiği mana Hanımefendiler ve Beyefendilerdir.

Bu seyahatimde ne uygun oldu, geniş ormanlarıyla, çeşitli madenleriyle Türkiye Cumhuriyetinin en önemli servet kaynaklarını içine alan bu sahayı yakından görmek benim için ne kadar yararlı oldu.

Fakat çok yüksek sesle söylemeliyim ki, bundan daha çok yararlı şey, bu bölge halkıyla yakından görüşmek oldu.

Bütün gördüklerim her bakımdan beni çok mutlu etmiştir.

Çankırı’da, Kastamonu’da, Ankara’dan İnebolu’ya kadar bütün bu üç yüz elli kilometrelik yol boyunca, bugün burada içten karşılamalarıyla şeref kazandığım saygıdeğer İnebolulularda gördüğüm aydınlık, yüksek anlayış ve gelişme derecesi gerçekten övgüye yaraşır.

Gerçekten önemle anılmaya değer.

Bu açık gerçeğin tersini söyleyenlerin de, varlığını düşündükçe acı duyuyorum.

Bu gibiler millete, milletin yeteneğine, milletin yüksek amaçlarına ne kadar ilgisizdirler.

Bu gibiler kendi endişesizliklerini genel sanmanın derin dalgınlığındadırlar. 

Kendi dar anlayışlarını ölçü olarak milleti her türlü yüksek yenilenmeden mahrum bırakmaya kalkışıyorlar.

Milletin medeniyet ve insanlık yolundaki uzun adımlarını durdurmak için âdeta çırpınıyorlar.

Fakat o gibiler niçin düşünmüyor ki, buna artık imkân kalmamıştır.

Ey memleketini seven ve memleketi, milleti için hayatını vermekten çekinmemiş bulunan kıymetli vatandaşlar!

Hep beraber bütün dünyaya açıkça anlatalım ki, bunca inkılâpların bilinçli kahramanı olan bu millet, medeniyet güneşinin bütün sıcaklığını almıştır.

Şüphe etmeye yer var mıdır ki, bu sıcaklığın bolluğu elbette beklenmedik emir halinde verimli olarak fışkırmaktadır.

Saygıdeğer arkadaşlar, gerçi çok kısa zamanda hızlı ve yoğun denilecek kadar siyasal, idari ve sosyal inkılâplar yaptık.

Bu yaptıklarımızın hız ve yoğunluğundan ancak mutlulukla ve huzurla söz edilebilir.

Çünkü bu böyle olmasaydı, kurtuluş imkânı tehlikeye düşebilirdi. 

Güvenmek uygundur ki, ve böyle yapmak mecburiyeti olduğu içindir ki, böyle yaptık.

Artık bugün her şeyi anladığına inandığım saygıdeğer vatandaşlar size soru şeklinde bazı söylemlerde bulunacağım.

Egemenliğine sahip olan bu milletin başında bir dakika bile olsun bir sultanı bırakmak uygun olabilir miydi? Bunu sizden soruyorum (asla, kesinlikle sesleri).

Sevgili kardeşlerim, düşünce ve anlayış sahibi olduğunu büyük olaylarla ispat etmiş olan bu millet, Allah’ın gölgesi, peygamberin vekili olduğunu iddia küstahlığında bulunan halife ünvanındaki gerçekleri göremeyenlere, bilgisizlere, yalancılara vatanında, vicdanında yer verebilir miydi?

Bunu sizden soruyorum (haşa, asla sesleri).

Büyük millet, dünya medeniyet ailesinde saygın yer sahibi olmaya layık Türk milleti, çocuklarına vereceği eğitimi mektep ve medrese adında birbirinden büsbütün başka iki çeşit kuruma bölmeye halen katlanabilir miydi?

Eğitim ve öğretimi birleştirmedikçe aynı düşüncede, aynı anlayışta kişilerden oluşan bir millet yapmaya imkân aramak boş şeylerle uğraşmak olmaz mıydı?

Efendiler!

Türkiye Cumhuriyetini kuran Türk halkı medenidir.

Tarihte medenidir, gerçekte medenidir.

Fakat ben sizin öz kardeşiniz, arkadaşınız, babanız gibi medeniyim diyen Türkiye Cumhuriyeti halkı; düşüncesiyle, anlayışıyla medeni olduğunu ispat etmek ve göstermek zorunluluğundadır.

Uygarım diyen Türkiye Cumhuriyeti halkı aile hayatıyla, yaşayış şekliyle uygar olduğunu göstermek mecburiyetindedir.

Kısacası medeniyim diyen, Türkiye’nin, gerçekten medeni olan halkı başından aşağıya dışarıya koyduğuyla bile medeni ve olgun insanlar olduğunu fiilen göstermek zorundadır.

Bu son sözlerimi açık anlatmalıyım ki, bütün memleket ve dünya ne demek istediğimi kolaylıkla anlasın.

Bu açıklamalarımı yüce heyetinize, genel heyete bir soruyla yöneltmek istiyorum, soruyorum:

-Bizim kıyafetimiz millî midir? (hayır sesleri)

-Bizim kıyafetimiz medeni ve milletlerarası mıdır? (hayır, hayır sesleri).

Size katılıyorum.

Anlatımımı hoş görünüz.

Altı kaval üstü şişhane diye anlatılabilecek bir kıyafet, ne millîdir ve ne de milletlerarasıdır. O halde kıyafetsiz bir millet olur mu arkadaşlar?

Böyle nitelenmeye razı mısınız arkadaşlar? (hayır hayır kesinlikle sesleri).

Çok kıymetli bir özü çamurla sıvayarak dünyanın gözü önüne göstermekte anlam var mıdır?

Ve bu çamurun içinde öz gizlidir, fakat anlayamıyorsunuz demek uygun mudur?

Özü gösterebilmek için çamuru atmak gereklidir; doğaldır.

Özün korunması için bir kap yapmak gerekliyse onu altından veya plâtinden yapmak gerekmez mi?

Bu kadar açık gerçek karşısında kararsızlık uygun mudur?

Bizi kararsızlığa itenler varsa onların ahmaklık ve kalın kafalılığına hükmetmekte hâlâ mı kararsızlık edeceğiz?

Arkadaşlar, Turan kıyafetini araştırıp diriltmeye yer yoktur.

Medeni ve milletlerarası kıyafet bizim için çok özlü, milletimiz için yakışır bir kıyafettir.

Onu giyeceğiz.

Ayakta kundura veya potin, bacakta pantolon, yelek, gömlek, kravat, yakalık, ceket ve doğal olarak bunların tamamlayanı olmak üzere başta güneş siperli başlık, bunu açık söylemek isterim.

Bu başlığın adına şapka denir.

Redingot gibi, bonjur gibi, smokin gibi, frak gibi...

İşte şapkamız diyenler vardır.

Onlara diyeyim ki çok dikkatsizsiniz ve çok bilgisizsiniz ve onlara sormak isterim.

Yunan başlığı olan fesi giymek uygun olur da şapkayı giymek neden olmaz ve yine onlara, bütün millete hatırlatmak isterim ki,

Bizans papazlarının ve Yahudi hahamlarının özel elbisesi olan cübbeyi ne zaman, ne için ve nasıl giydiler?

Bu bakış açısına ait demecimi bitirmeden önce birkaç kelime daha söylemek isterim.

Efendiler!

Sosyal hayatın başlangıcı, aile hayatıdır.

Aile açıklamaya gerek yoktur ki, kadın ve erkekten oluşmuştur.

Kadınlarımız hakkında, erkekler hakkında söz söylediğim kadar fazla açıklamalarda bulunmayacağım.

Bu yüce varlığı özellikle huzurlarında görmemezlikten gelemem.

İzin verilirse bir iki kelime söyleyeceğim ve siz söylemek istediğimi kolaylıkla anlayacaksınız.

Gezilerim sırasında köylerde değil özellikle kasaba ve şehirlerde kadın arkadaşlarımızın yüzlerini ve gözlerini çok kalın ve dikkatle kapatmakta olduklarını gördüm.

Özellikle bu sıcak mevsimde bu tarz kendileri için mutlaka acı ve rahatsızlık verici olduğunu tahmin ediyorum.

Erkek arkadaşlar, bu biraz bizim bencilliğimiz eseridir. Çok temiz ve dikkatli olduğumuzun gereğidir.

Fakat saygıdeğer arkadaşlar, kadınlarımız da, bizim gibi anlayan ve düşünen insanlardır.

Onlara ahlâkın kutsal şeylerini aşılamak, millî ahlâkımızı anlatmak ve onların beyinlerini nur ile, temizlikle donatmak esası üzerinde bulunduktan sonra fazla bencilliğe gerek kalmaz.

Onlar yüzlerini dünyaya göstersinler.

Ve gözleriyle dünyayı dikkatle görebilsinler.

Bunda korkulacak bir şey yoktur.

Arkadaşlar, doğruluğu meydanda olarak söylüyorum.

Korkmayınız, bu gidiş mecburidir.

Bu mecburiyet bizi yüksek ve önemli bir sonuca ulaştırıyor.

İsterseniz bildireyim ki, bu kadar yüksek ve önemli bir sonuca ulaştırıyor.

İsterseniz bildireyim ki, bu kadar yüksek ve önemli bir sonuca varmak için gerekirse, bazı kurbanlar da verelim.

Bunun önemi yoktur.

Önemli olarak şunu uyarırım ki, bu durumun korunmasında inat ve taraftarlık, hepimizi her an kurban koyun olmak alışkanlığından kurtaramaz.

Hanım ve Bey arkadaşlarım!

Size bildiğiniz gibi bir gerçeği kısa bir cümle ile tekrar göstereceğim; beni hoş görünüz.

Medeniyetin coşkun seli karşısında direnmek boşunadır ve o, dikkatsiz olanlar ve uygun davranmayanlar hakkında çok acımasızdır.

Dağları delen, göklerde uçan, göze görünmeyen ufak parçalardan yıldızlara kadar her şeyi gören, aydınlatan, inceleyen medeniyetin güç ve yüceliğinde yüzleşmesi ortaçağ anlayışlarıyla, ilkel uydurmalarla yürümeye çalışan milletler yok olmaya veya hiç olmazsa esir ve alçak olmaya mahkûmdurlar.

Halbuki Türkiye Cumhuriyeti halkı yenilenmiş ve olgunlaşmış bir topluluk olarak sonsuza kadar yaşamaya karar vermiş, esirlik zincirlerini ise tarihte benzeri olmayan kahramanlıklarla parça parça etmiştir”.

(Anadolu, 30 Ağustos 1341, s.1.) 30 Ağustos 1925 tarihli Anadolu gazetesi de İnebolu Nutkuna gereken önemi vermektedir.

.       https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/233417


4 Mart 2022 Cuma

Eğer Bu Millet


 

ATATÜRK ve DEVLETÇİLİK

.    ATATÜRK ve DEVLETÇİLİK

·       Devletçilik, Türkiye’nin toplumsal ihtiyaçlarına cevap veren, ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınmasına ve gelişmesine olanak kazandıran bir politik uygulamadır.

·       Devletçilik bir politik uygulama ve yöntem olarak Türk toplumunun gerçeği üzerine inşa edilmiştir.

·       Bu binanın temelinde uzak görüşü, fikir ve ideali ile Atatürk vardır.

·       Atatürk, Türk inkılâbının yaratıcısı, başı ve mimarı olduğu kadar ileri fikirlerin, topluma yeni değerler katan ideallerinde güç kaynağıdır.

·       Daha 1922 yıllarında devletçiliği ilke olarak dile getiren, millî ihtiyaçların zorunlu kıldığı hallerde, devleti vazife ve hizmete davet eden, çağıran Atatürk olmuştur.

·       Atatürk, fikirleri ve uyguladığı politikası ile Türk devletçilik anlayışına yön vermiştir.

·       Devletçilik, uzun süreden beri Türkiye’de uygulanan ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınmanın özelliklerini gösteren, niteliklerini belirten bir politik uygulamadır.

·       Diğer bir deyimle bu uygulamaya yön veren bir temel ilkedir.

·       Toplum için, toplum yararına lüzumlu ve faydalı hizmetler görmekle görevli çağımızın devleti, klasik kamu hizmet ve faaliyetleri ötesinde toplum yararına çok daha geniş ve yaygın hizmet görmekle yükümlü olmuştur.

·       Devletin ekonomik, sosyal ve kültürel alana yayılışı kolektif ihtiyaçları devlet eliyle karşılama gereğinin bir sonucu olmuştur.

·       Devlet bu tür ihtiyaçları karşılamak için teknik alanda, teşkilât kurarak farklı faaliyetlerde bulunmak zorunda kalmıştır.

·       Devletçilik, devlet yetkilerinin artması, genişlemesi, kamu hizmet ve faaliyetlerinin yayılması demektir.

·       Devletçilik, bir tür devlet müdahalesi, daha önce devlet faaliyet alanına girmeyen konularda, kamu menfaati nedeni ile devletin bu alana karışması, katılması, müdahalesi demektir.

·       Ancak devlet, böyle bir müdahalede bulunurken klasik devlet teşkilâtı yanı sıra, idari alanda teknik hizmet görmekle görevli yeni kuruluşlar kurmayı hizmetin icabı gerekli görmektedir.

·       Yeni Türk devleti kuruluşunda, ekonomik bakımdan sömürge tipi geri kalmış bir ülke olduğundan süratle kalkınmak zorunda idi.

·       Türkiye’nin kalkınması bir var olmak veya yok olmak meselesi olarak ele alınmıştı.

·       Demokratik düzen içinde süratle kalkınmak, Türkiye’yi devletçiliğe, devlet yetkilerini toplum refahına yönelterek hareket etmeye mecbur kılmıştı.

·       Devletçilik, devlet yetkilerinin artması, genişlemesi, devlete özgü hizmet ve faaliyet alanlarının yayılması demektir.

·       Devletçilik, öncelikle müdahaleyi gerekli kılar.

·       Devletçilikte özel teşebbüs yanı sıra devlet, müteşebbis olarak ekonomik alanda faaliyette bulunmaktadır.

·       Özel sektörle resmi sektörün ekonomik hayatta bir arada bulunması, karma ekonomi esaslarını ortaya çıkarmakta ve planlı ekonomiyi zorunlu kılmaktadır.

·       Türk devletçilik anlayışı içinde planlı ekonomi, devletçiliğin başlıca özelliğini teşkil etmektedir.

1 - Devletçilik, devlet müdahalesini zorunlu kılmaktadır.

·       Müdahalecilik terimi her şeyden önce devletin müspet bir fiilini, yapıcı, kurucu bir hareketini kapsar. Müdahalecilik prensi itibariyle klasik devlet hizmetlerinde yer almaz.

·       Müdahalecilik daha çok, klasik devlet hizmetleri dışında, özellikle ekonomik alanda, politikalarını uygulamaya çalışan siyasî iktidarların fiillerini içerir.

·       Eğer devlet müdahalesi, toplumun bütününe veya toplumun belirli gruplarının maddî refahını temine yönelikse sosyal müdahalecilik adını alır.

·       Sosyal müdahalecilik sosyal adalet ilkesine dayanır, toplumda sosyal güvenlik sağlamaya da yöneliktir.

·       Türk devletçiliğinin belirli özelliklerinden biri de sosyal müdahaleye dönük olmasıdır.

·       Müdahalecilik, aşırı liberalizmin doğurduğu sonuçları, kuvvetlilere karşı zayıfları koruyarak toplumsal dengeyi sağlar ve düzeltmeye çalışır.

·       Bu tür müdahalecilik sosyal adaleti sağlamaya yöneliktir.

·       Devletçilik, zorunlu olarak müdahaleciliği gerekli kılar.

·       Bu müdahalenin amacı, siyasî iktidarların politikası ile belirlenir, sınırları uygulanan devlet politikası ile ortaya çıkar.

·       Türk devletçiliğinin esas hedefi, geri kalmış bir ülkeyi süratle kalkındırmak, refah seviyesini artırmaktır.

·       Türk devletçiliğinin ikinci hedefi de, toplum düzeninde sosyal adaleti sağlayacak yöntemler uygulamaktır.

·       Türk devletçiliğinde kalkınmanın yanı sıra, sosyal içerikli bir politika izlenmesi, devlet müdahalesinin sosyal müdahaleci bir karakter arz etmesindendir.

2 - Devletçilik, planlı ekonomiyi zorunlu kılmaktadır.

·       Plan, mevcut kaynakların en rasyonel şekilde kullanılmasını sağlayan bir yöntemdir.

·       Süratli kalkınmayı sağlamak için plan en uygun yoldur.

·       Devletçilik, özel sektörle, resmi sektörü özel teşebbüsle birlikte devleti müteşebbis olarak bir arada gördüğünden ve devletin, ekonomisinin bütününü etkileyecek kararların alındığı bir düzeni de ifade ettiğinden, zorunlu olarak planı gerekli kılar.

·       Devletçilik, ferdin, ticaret ve sanayi işletmeleri kurma ve işletme hakkını sınırladığından, özel sektörle devlet sektörünü eşit şartlar altında bulundurma gereği, devletçiliği, plana götürmektedir.

·       Plan önce resmi sektörle özel sektör arasında dengenin sağlanması için gereklidir.

·       Ayrıca devlet yatırımı ve işletmeciliği devlete yük teşkil ettiğinden, devletin ekonomik hayata aktif olarak katılması da planı gerekli kılar.

·       Plan, millî sermayeyi israftan kaçınmak ve millî menfaatlerimizin ahenkli bir şekilde yürümesi için, devletin yol gösterici ve koruyucu rolünü gerekli kılar.

3 - Devletçilik özel teşebbüsü ve devlet işletmeciliğini bir arada dengeli bir şekilde bulundurmayı gerekli kılar.

·       Türk devletçilik anlayışında, fertlerin özel teşebbüsleri ve faaliyetleri esas tutulmakta, mümkün olduğu kadar az zamanda milleti refaha, memleketi bayındırlığa eriştirmek için, milletin genel ve yüksek menfaatlerinin gerektirdiği işlerde, devleti fiilen ilgili kılmak prensip olarak kabul edilmektedir.

·       Atatürk’ün devletçilik anlayışında hakim olan esasları kısaca şöyle özetleyebiliriz:

·       Ferdî teşebbüsün korunması ve desteklenmesi, demokratik rejimin kaçınılmaz bir şartıdır.

·       Ekonomik kalkınmanın temelinde, ferdi teşebbüsün bulunması tabiî bir olaydır.

·       Devletin ekonomik faaliyeti, ferdi teşebbüsü engellemek amacına yönelik değildir.

·       Devletin ekonomik faaliyetinin sınırı, millî menfaatlerin gerektirdiği hallerde hükümetler tarafından çizilecektir.

·       Bu sınır zaman içinde değişebilecektir.

·       Devletçilik ilkesine göre, büyük ve kamu yararı olan kuruluşlar devlet eliyle ve planlı bir şekilde yapılacak, özel teşebbüs için ise, millî sermayeyi israf etmekten kaçınmak ve millî menfaatlerimizin ahenkli bir şekilde yürümesini sağlamak için, devlet yol gösterici ve koruyucu rolü oynayacaktır.

·       1 kasım 1937’de T.B.M.M.’de yıllık açılış konuşmasında Atatürk, “kesin zaruret olmadıkça, piyasalara karışılamaz; bununla beraber, hiçbir piyasa da başıboş değildir” diyerek devlet müdahalesinin bir diğer yönden de sınırını çizmiştir.

·       Türkiye'de devletçilik, devletin müteşebbis olarak ekonomiye katılması, hemen hemen sanayi alanına inhisar etmektedir.

·       Ziraat alanında kurulan bazı devlet işletmeleri amacı itibariyle, öğretici ve eğitici olmaktadır.

·       Örnek çiftçiliği öğretmek ve yaymak amacı izlenmektedir.

Kaynak:     .   https: // belleten. gov.tr/ tam-metin/ 2048/ tur


TÜRKÜM DİYENE

. NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE! Bu sözden neler anlamalıyız? "Ne mutlu Türk'üm diyene!" sözü, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu...