18 Mart 2024 Pazartesi

ATATÜRK VE BAĞIMSIZLIK

 .   - ATATÜRK VE BAĞIMSIZLIK             .

Bağımsızlık nedir, nasıl tanımlanmaktadır?

Önce bu kavramın ne ifade ettiğine değinelim.

Buna bağlı olarak da bağımsızlık kavramının doğuşu ve içerdiği diğer anlamların ne olduğu üzerinde de konuşmak yerinde olur.

Çünkü bağımsızlık kavramı, tarihsel ve çok anlamlı bir kavramdır.

Bağımsızlığı genel olarak şöyle tanımlamak mümkündür:

- Bir ülkenin başka bir ülke ya da ülkelerin yönetim ve denetimi altında olmaması.

Başka bir anlamı da, bir devlet organının başka bir devlet organı ya da organlarına bağlı olmadan işlerini yürütmesidir.

Bilindiği gibi, devletler hukukuna göre, bağımsızlık bir devletin dışa karşı egemenliği anlamına gelir ve tüm egemen devletlerin eşitliği ilkesine dayanır.

Bu nedenle devletler hukukunda, egemen devletlere ilişkin bütün işlemlerin tek yanlı değil, iki yanlı, karşılıklı olması gerekir.

Bağımsız bir devlet diğerleriyle ilişki kurmak için başka bir devletin onayını ya da iznini almak durumunda değildir.

Bağımsız bir devletin diğer önemli unsurları arasında ise şunlar sayılabilir: bağımsız yönetim organları, hukuk sistemi, para sistemi ve bayrak.

Bağımsızlık kavramının önüne “tam” sıfatını getirdiğimizde, tam bağımsızlık kavramını elde ederiz.

Tam bağımsızlık, bir devletin diğer bir devletin egemenliği altına girmeden kendi kendini yönetmemesi, iç ve dış politikasını özgürce saptayabilmesi demektir.

Tam bağımsızlık, devlet olabilmenin temel koşuludur.

Ancak bir devletin tam bağımsız olması, diğer devletlerle ilişki kurmadan tek başına yaşaması, dışa kapalı olması anlamına gelmez.

Hiç şüphesiz her devlet yaşamını sürdürebilmek için diğer devletlerle, siyasal, ekonomik ve kültürel ilişkiler kurmak durumundadır.

Bir toplumda bireyler nasıl birlikte yaşıyorsa, yeryüzünde de devletler birlikte yaşamaktadır.

Fakat söz konusu ilişkilerde diğer devletlere ödün (taviz) verilmemeli, ayrıcalık tanınmamalıdır.

Uluslar arası hukuk kuralları, eşitlik ve karşılıklılık ilkesi egemen olmalıdır.

Bu kurallara uyulmadığı, başka devletlere ya da çeşitli uluslar arası finans kuruluşlarına ayrıcalık tanındığı, ödün verildiği durumlarda tam bağımsızlığın gölgelenmesi söz konusudur.

Giderek bağımlı hale gelme bile mümkün olabilir.

Atatürk,

- “Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir” diyerek, bunlara ne kadar önem verdiğini göstermiştir.

Ancak onun bu sözü aynı zamanda Türk insanının özgürlüğe ve bağımsızlığa olan yaklaşımını da ifade etmektedir.

Özgürlük, insan kişiliğinin, düşüncesinin, yeteneklerinin ve yaratıcılığının gelişebilmesinin temel koşuludur. İnsan ve toplum, ancak özgür bir ortamda gelişebilir.

Devlet için bağımsızlık ne ise, yurttaşlar ve kişiler için de özgürlük odur.

Tam bağımsızlık "Atatürkçülüğün temel ilkeleri" arasında yer almaktadır.

Söz konusu bağımsızlık da emperyalist işgalden kurtulmakla mümkün olmuştur.

Türk halkının onurlu, haysiyetli bir halk olarak yaşamasının ancak tam bağımsızlıkla sağlanabileceğini düşünen Atatürk şöyle demektedir:

- “Tam bağımsızlık demek, kuşkusuz siyasa, iktisat, adalet, askerlik, kültür ... gibi her alanda tam bağımsızlık ve tam özgürlük demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan yoksunluk, ulusun ve ülkenin gerçek anlamıyla bütün bağımsızlığından yoksunluğu demektir.”

Bu nedenle Atatürk ulusal bağımsızlık savaşının yanı sıra ekonomik bağımsızlık savaşı da açar ve “ülkenin bütün zenginlik kaynaklarını ulus adına elimize geçirebilmek” amacıyla “gereken tedbirleri almaya” girişir.

Çünkü ona göre,

- “siyaset ve askerlik alanındaki zaferler ne kadar büyük olurlarsa olsunlar ekonomik kazançlarla taçlandırılmazlarsa ortaya çıkan zaferler ayakta kalamaz, tutunamazlar, az zamanda sönüp giderler.”

Tarih, bize bu duruma ilişkin çarpıcı örnekler sunmaktadır

Bağımsızlık siyasal, ekonomik, askeri ve kültürel vd. alanlarda da bağımsız ve özgür olmayı ifade eder.

Tarihsel açıdan bağımsızlık kavramının Erzurum Kongresinde alınan kararlarda ortaya çıktığı ve somutlaştığı saptanabilir.

Alınan kararlardan bazılarını hatırlamak yerinde olur:

“- Ulusal sınırlar içinde bulunan yurt parçaları bir bütündür, birbirinden ayrılamaz. _

-  Ulusal gücü etken ve ulusal istenci egemen kılmak temel ilkedir.

-  Yabancı devletlerin güdümü ve koruyuculuğu kabul edilemez.”

ATATÜRK için “sağlam ve gerçek karar” şudur:

- Ulusal egemenliğe dayalı tam bağımsız bir Türk devleti kurmak.

Atatürk bunu, daha İstanbul’da bulunduğu dönemde düşünmüş, Samsun’da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz bu kararını uygulamaya koymuştur.

Atatürk bu kararın dayandığı düşünceyi ve mantığı şöyle açıklamaktadır:

- “Temel ilke Türk Ulusu’nun onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır.

Bu ancak tam bağımsız olmakla sağlanabilir.

Ne denli zengin ve gönençli olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun bir ulus, uygar insanlık önünde, uşaklıktan öte bir gözle görülmeye layık olamaz.

Yabancı bir devletin güdümüne girmeyi istemek, insanlık niteliklerinden yoksunluğu, güçsüzlüğü, uyuşukluğu benimsemekten başka bir şey değildir.

Bu aşağılık duruma gerçekten düşmemiş olanların, isteyerek başlarına yabancı bir yönetici getirmeleri hiç düşünülemez."

…..    DEVAMI için okuyunuz: ………………

https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/217375


17 Mart 2024 Pazar

ÇANAKKALE DENİZ ZAFERİ

 . - Çanakkale Denİz Zaferİ

.   “Atatürk Başından Beri Oradaydı!”

 “Bizzat şimdi yanınıza hareket ediyorum. Benim oraya varışıma kadar sahile çıkmış olan düşman mutlaka denize dökülecektir.” 

(4 Mart 1915, 19. Tümen Komutanı Mustafa Kemal)

 Atatürk’ün Çanakkale Kara Muharebeleri’ndeki kahramanlığı herkesin malumu... Peki, ama Atatürk Çanakkale Muharebeleri’ne ne zaman ve nasıl katıldı? 18 Mart öncesinde neler yaptı? 18 Mart Deniz Muharebesi sırasında görevi neydi? Atatürk’ün yaptığı kıyı savunma planına ne oldu?

18 MART ÖNCESİ ÇANAKKALE MUHAREBELERİ
28 Ocak 1915’te İngiltere Savaş Kabinesi, İngiliz Denizcilik Bakanı Winston Churchill’in isteği ile Çanakkale Boğazı’nın sadece donanma ile zorlanıp geçilmesine karar verdi.

Çanakkale önlerindeki İngiliz- Fransız Birleşik Filosu’nun başına İngiliz Amiral Carden getirildi.

19 Şubat 1915’te İngiliz ve Fransız Birleşik Filosu, Çanakkale Boğazı’ndaki bazı tabyaları bombaladı. Saldırıda Türkler 4 şehit, 11 yaralı verdi.

Saldırı başarısızlıkla sonuçlandı.

Nitekim 19 Şubat saldırısıyla ilgili İngiliz yazar Aspinal Oglander, “ilk günkü bombardıman sonuçsuz kaldı” derken, Robert Rhodes “boğazın girişine taarruz, askerî fiyaskoyla sonuçlandı” demiştir.
İngiliz ve Fransız Birleşik Filosu, 25 Şubat 1915’te Çanakkale girişindeki tabyaları bir kere daha bombaladı. Bu saldırıda Çanakkale girişindeki Türk tabyalarının susturulması boğaz girişinin savunmasız hale gelmesine yol açtı.
Türk tarafı, 26 Şubat 1915’e kadar boğazda 10 yatay mayın hattı oluşturdu.

7 Mart’ta da Yüzbaşı Hakkı Komutası’ndaki Nusret Mayın Gemisi, saat 07.30’da 26 adet mayını, 100 metre aralıkla Erenköy Koyu’na dikey biçimde döktü.

Böylece boğazda 11. mayın hattı oluştu.
İngiliz- Fransız Birleşik Filosu, 25 Şubat- 18 Mart 1915 arasında Çanakkale Boğazı girişi ile Kepez Burnu arasında tam 35 operasyon düzenledi.

Ancak bu operasyonlardan istenilen sonuç elde edilemedi.

Sağlık sorunları nedeniyle görevden ayrılan Amiral Carden’in yerine 16 Mart 1915’te Amiral de Robeck atandı. 18 Mart 1915 Çanakkale Boğaz Muharebesi’nde İngiliz- Fransız Birleşik Filosu’nun başında İngiliz Amiral de Robeck vardı.

Atatürk’ün Çanakkale Cephesi’ne Gelişi

Osmanlı Devleti I. Dünya Savaşı’na girdiğinde Atatürk, Bulgaristan Sofya’da askeri ateşeydi. Savaş çıkar çıkmaz Başkomutanlık Vekâletine başvurup cephede aktif bir görev almak istedi. Fakat Başkomutan Vekili Enver Paşa, “Sizin için orduda her zaman görev vardır. Ancak Sofya Ateşemiliterliği’ni daha önemli gördüğümüzden sizi orada bırakıyoruz!” cevabını verdi. Bunun üzerine Atatürk, Aralık 1914’te Başkomutan Vekili Enver Paşa’ya bir mektup yazarak “Vatanın müdafaasına ait faal vazifelerden daha mühim ve yüce bir vazife olamaz. Arkadaşlarım muharebe cephelerinde, ateş hatlarında bulunurken ben Sofya’da ateşemiliterlik yapamam” dedi. (Utkan Kocatürk, Kaynakçalı Atatürk Günlüğü, s. 33-34)
Atatürk,isteseydi pekâlâ Sofya’da askeri ataşelik yapmaya devam edebilirdi. Ama o, konforlu hayatı elinin tersiyle bir kenara iterek cephelerde, ateş hatlarında vatan savunmasına koştu. Israrları sonunda orduda bir görev almayı başardı.
Atatürk, 25 Ocak 1915’te Sofya’dan İstanbul’a döndü.

Yeni görevi hakkında Harbiye Nazırı ve Başkomutan Vekili Enver Paşa’yla görüştü. Esat Paşa komutasındaki 3. Kolordu’ya bağlı Tekirdağ’da oluşturulacak 19. Tümen Komutanlığı’na atandığını öğrendi. Ancak henüz ortada böyle bir tümen yoktu.

Tümenini kendisi kuracaktı.
Atatürk, 2 Şubat 1915’te Tekirdağ’a giderek 19. Tümeni kurmaya başladı.

25 Şubat 1915’te 19. Tümen ve Maydos Bölge Komutanlığı görevine getirildi. 19. Tümen Komutanlığı Maydos’a (Ecebat) nakledildi. 19. Tümen’e ek olarak 9. Tümen’in 2 piyade alayı ve bazı topçu birlikleri de Atatürk’ün emrine verildi.

Atatürk’ün buradaki görevi Gelibolu Yarımadası’nın ortalarından batı kıyısına, Ece Limanı’ndan Morto Limanı’na kadar kıyı şeridini savunmaktı. Kara savaşları bu bölgede gerçekleşecekti.
18 Mart Öncesinde Çanakkale’deki Atatürk

26 Şubat 1915’te İngiliz- Fransız Birleşik Filosu sabah saatlerinde Çanakkale Boğazı giriş tabyalarını topa tuttu. Seddülbahir ve Kumkale’ye çıkan düşman müfrezeleri, bazı tabyaları tahrip etmişlerse de Türk kuvvetlerinin ateşi ve direnişi karşısında ilerleyemediler, akşam gemilere geri döndüler.
İngiliz- Fransız Birleşik Filosu’nun 26 Şubat 1915 harekâtı sırasında 19. Tümen Komutanı Atatürk, Sağ ve Yan Müfreze Komutanlıkları’na verdiği emirlerde Hisarlık, Seddülbahir ve Zığındere ağzının önemini belirtti, Çanakkale Müstahkem Mevki Komutanlığı’na bazı önerilerde bulundu. Müstahkem Mevki Komutanlığı bu önerileri dikkate aldı.
4 Mart 1915’te İngiliz- Fransız Birleşik Filosu, Seddülbahir ve Kumkale’ye yeniden çıkarma yaptı. Seddülbahir’e ve Kumkale’ye çıkan İngiliz kuvvetleri, Türklerin piyade ateşi ve süngü hücumlarıyla geri püskürtülüp kıyıya atıldılar.

Bölgeyi savunmakla görevli 19. Tümen Komutanı Yarbay Atatürk, İngilizlerin Seddülbahir’e asker çıkarma girişimi üzerine bölgedeki 26. Alay Komutanı Binbaşı Kadri Bey’e şu emri verdi: “Bizzat şimdi yanınıza hareket ediyorum.

Benim oraya varışıma kadar sahile çıkmış olan düşman mutlaka denize dökülecektir.” Atatürk bu emri verdikten hemen sonra 2 piyade alayını 1 dağ bataryasıyla Sarafim Çiftliği ile Kayaltepe arasına, 1 alayı da Alçıtepe ile Andarya Çiftliği arasına gönderdi.

Müstahkem Mevki Komutanlığı’ndan “Erenköy tarafından daha iyi görülen Seddülbahir İskelesiyle ilgili kendisine süratle bilgi vermek üzere ilgililere emir verilmesini” istedi.

Sonra da Maydos’tan (Eceabat) Kirte’ye, oradan da Seddülbahir’e geçti.

Karaya ayak basan düşmanın, Türk kuvvetlerinin süngü hücumuyla yok edildiğini gördü.

(ATASE Arşivi, No: 6/1666, Kls. 4669, Dos. H-12, F.1-75; Kocatürk, s. 35-36)

Atatürk, Müstahkem Mevki Komutanlığı’na gönderdiği bir raporda, 4 Mart’taki çatışmayı ayrıntılı olarak anlattı. Atatürk’ün raporuna göre 3 saat süren muharebede süngü hücumu sonrasında düşman, çoğu yaralı halde sandallarına binerek kaçmıştı. O çatışmada Türk tarafı 6 şehit, 13 yaralı vermişti. Atatürk, Seddülbahir’e çıkan İngilizlere karşı kahramanca savaşan Mehmet Çavuş’un nişanla ödüllendirilmesini istedi. (Atatürk’ün Bütün Eserleri (ATABE), C. 1, s. 210; Kocatürk, s. 36.) Mehmet Çavuş madalya ile ödüllendirildi.
Mehmet Çavuş’un o günkü kahramanlığından sonra Türk erlerinin “Mehmetçik” diye adlandırıldığı iddia edilir.

18 Mart Deniz Muharebesi ve Atatürk

18 Mart 1915 günü Atatürk, Gelibolu Yarımadası’nda 19. Tümen ve Maydos Bölge Komutanlığı görevinde bulunuyordu. 

Atatürk, görev alanına giren kıyılara yapılacak bir kara çıkarmasına karşı koymakla görevliydi. Bilindiği gibi 18 Mart’ta bir kara çıkarması olmadı.

Dolayısıyla Atatürk’ün müdahalesine de gerek kalmadı.
Boğazdan geçmeye çalışacak İngiliz- Fransız Birleşik Filosu’na karşı koymak ise Cevat (Çobanlı) Paşa komutasında doğrudan Başkomutanlığa bağlı Çanakkale Müstahkem Mevki Komutanlığı’nın göreviydi.
18 Mart 1915 sabahı 19. Tümen Komutanı Atatürk, Maydos’a (Eceabat) gelen Müstahkem Mevki Komutanı Cevat Paşa’ya, Seddülbahir kıyılarında aldığı savunma önlemlerini göstermek istedi. Bunun için Cevat Paşa’yla birlikte Kirte’ye gittiler.

Atatürk ve Cevat Çobanlı Kirte’de iken düşman donanmasının boğaz girişine ateş ettiğini gördüler. Hemen Maydos’a geri döndüler. (Kocatürk, s.36)
Cevat Çobanlı Paşa, Çanakkale Deniz Zaferi’nin 22. yılında, 1937’de, 18 Mart 1915 sabahını şöyle anlatacaktı: 

-“18 Mart sabahı düşman donanmasının taarruz edeceği hakkında bir malumatımız yoktu. O sabah Büyük Önder Atatürk’le beraber Seddülbahir mıntıkasında bulunan bir piyade alayımızı teftişe gidiyorduk. Hemen geri döndük. Alçıtepe’ye yaklaşmakta iken ilk mermi tepemizden geçti. Maydos’ta Atatürk’ten ayrıldım. Bir motora atlayarak Çanakkale’ye geçtim. Doğru tarassud mahalline geçtim.” (Cumhuriyet, 18 Mart 1937, s.3)

 

18 Mart sabahı saat 10.00- 11.00 gibi İngiliz- Fransız Birleşik Filosu’nun Çanakkale Boğazı’ndan girmesiyle başlayan deniz savaşı, akşam saat 18.00- 19.00 gibi sona erdi. Yaklaşık 7 saat içinde kıyılardaki Türk topçularının isabetli atışlarıyla ve boğazda özellikle Nusret Mayın Gemisi’nin döşediği mayınlarla düşman donanması ağır hasar görüp geri çekildi.
Atatürk, 19 Mart 1915 tarihli raporunda, 18 Mart Deniz Savaşı’nda düşmana ağır kayıplar verdirildiğini anlatıp bundan sonra yapılması gerekenleri sıraladı.
18 Mart 1915 Çanakkale Deniz Muharebesi’nde Türk- Alman ittifakının toplam kaybı sadece 97 kişiydi. Kayıpların çoğu yaralılardan oluşuyordu.

Ayrıca Türkler 6 top, 1 tabya kaybetmişti.

Buna karşın İngiliz- Fransız Birleşik Filosu’nun 3 savaş gemisi battı, 4’ü ağır yara aldı.

Düşman toplam 44 top ve 800 insan kaybetti. (Birinci Dünya Harbi’nde Türk Harbi, V. Cilt, Çanakkale Cephesi Harekâtı, s.46,49).

Düşmanın insan kaybının 1800 kişiyi geçtiğini iddia eden kaynaklar var.
18 Mart 1915 Deniz Zaferi hakkında İngiltere Denizcilik Bakanı Sir Winston Churchill şöyle diyor: 

-“Türkler, Çanakkale’yi zorlayan, çağının en ileri tekniğe sahip güçler karşısında adeta bir kale gibi dikilmişlerdir.”
Müstahkem Mevki Komutanı Cevat (Çobanlı) Paşa, deniz zaferinin baş mimarıdır.

Atatürk’ün Kıyı Savunma Planının Değiştirilmesi

Atatürk, 25 Şubat 1915’te Maydos Bölge Komutanlığı görevine gelir gelmez, kıyı şeridini savunmak için emrine verilmiş 9. Tümenin 2 alayını yetersiz buldu. Kendi 19. Tümeninden 2 alayı daha kıyı hattında görevlendirdi.

Böylece toplam 4 alayla, düşmanın çıkarma yapabileceği kıyılarda çok güçlü bir savunma düzeni oluşturdu. (İsmet Görgülü, Çanakkale İlk Günde Biterdi, s.16-17)
Atatürk’ün, kıyı savunma planı, düşmanı daha çıkarma yaparken kıyıda karşılayıp karaya çıkmadan veya karaya çıkarken imha etme esasına dayanıyordu.

24 Mart 1915’te Alman Mareşal Liman von Sanders Paşa Çanakkale’de yeni kurulan 5. Ordu Komutanlığı’na getirildi. Aynı gün, Atatürk’ün 19. Tümeni ordu yedeğine alındı. 

Atatürk, Maydos Bölge Komutanlığı’ndan ayrıldı. Bu göreve 9.Tümen Komutanı Albay Halil Sami Bey getirildi.
Liman von Sanders, 25 Mart 1915’te Çanakkale’ye geldi.

31 Mart’ta Kabatepe ve Alçıtepe’den muharebe alanını inceledi. 

Sanders, aynı gün Atatürk’ün düşmanı kıyılarda imha etme planını değiştirdi.

Kıyıları savunmakla görevli birlikleri içeri aldı.

Nereye çıkarma olursa oraya birlik sevk etme mantığıyla kıyıları savunmasız bıraktı. Enver Paşa, Cevat Paşa, Halil Sami ve Atatürk bu plana karşı çıksalar da Liman von Sanders kararında diretti.

O sırada Çanakkale’de Türk ordusunun 6 tümeni ve 1 süvari tugayı varken Liman von Sanders, düşman çıkarmasının beklendiği Seddülbahir ve Kabatepe’nin savunmasını sadece 1 tümene bıraktı.

Oysa Atatürk, bu bölgelerde “hiç olmazsa 1 tümenin daha görevlendirilmesi zorunluluktur” diyordu. Müstahkem Mevki Komutanı Cevat (Çobanlı) Paşa da 20 Mart 1915’te Başkomutanlığa, yarımadanın güneyini 2 tümenle (19. ve 9.tümenler) savunmak istediğini bildirmişti.

Ancak Alman etkisindeki Başkomutanlık, kendisine,

-“Hayır! 1 tümenle savun ve 19. Tümeni ordu yedeğine al!” demişti. (Görgülü, s. 52-53)
Sonra ne mi oldu?

Düşman, 25 Nisan 1915’te az sayıda birlik bırakılan kıyılardan Gelibolu Yarımadası’na çıkarma yaptı.
Atatürk, 3 Mayıs 1915’te, cepheden Başkomutan Vekili Enver Paşa’ya gönderdiği bir mektupta aynen şöyle diyordu:
-“Maydos (Eceabat) bölgesi kuvvetlerini komuta ettiğim zaman aldığım tertibat (düzen) ile düşmanın karaya çıkmasına izin verilmeyebilirdi. Von Sanders Paşa (...) sahilde çıkarma noktalarını tamamen açık bırakacak tertibat almış ve bugün düşmanın karaya asker çıkarmasını kolaylaştırmıştır.

Vatanımızın savunmasında kalp ve vicdanları bizim kadar çarpmayacağına şüphe olmayan başta von Sanders olmak üzere bütün Almanların fikirlerinin üstünlüğüne güvenmemenizi kesin şekilde istirham ederim.” 

Atatürk mektubunu, Enver Paşa’nın Çanakkale’ye gelip komutayı bizzat ele almasını isteyerek bitiriyordu. (ATABE, C.1, s.218)

Çanakkale Muharebeleri 18 Mart’ta bitmedi.

On binlerce cana mâl olan asıl büyük mücadele zinciri 25 Nisan 1915’te düşman kuvvetlerinin Gelibolu Yarımadası’nda karaya çıkmasıyla başladı. 25 Nisan sabahı Arıburnu’na çıkan ve kıyıda 27. Alaya mensup sınırlı sayıdaki Türk kuvvetini etkisiz hale getiren düşmanın karşısına 57. Alay’la 19. Tümen Komutanı Yarbay Atatürk dikildi.

Gün boyu devam eden kanlı çatışmalarla düşmanı durdurdu.

1 Haziran’da albaylığa terfi eden Atatürk, 8 Ağustos 1915 akşamı Anafartalar Grup Komutanlığı’na getirildi. Bu görevde 4 ay boyunca 10 tümen civarında, 100 bini aşkın kuvveti idare etti.
Atatürk, 25 Nisan Arıburnu, 9 Ağustos 1. Anafartalar, 21 Ağustos 2. Anafartalar zaferleri ve 10 Ağustos Conkbayırı Taarruzu ile Çanakkale’yi geçilmez yapan Mehmetçiğin başında “Anafartalar Kahramanı” olarak abideleşti.
Başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere Çanakkale’nin tüm kahramanlarını saygıyla, rahmetle anıyorum.

.  21 Mart 2022

https://www.sozcu.com.tr/canakkale-deniz-zaferi-ataturk-basindan-beri-oradaydi-wp7023435


 

16 Mart 2024 Cumartesi

ATATÜRK'ü Anlamak için

. -  ATATÜRK'ü Anlamak için

. ATATÜRK'ü benimsemek ve onu çok iyi anlamak için bize düşen gerekli özellikleri kendimizde taşımaya çaba göstermek gereklidir:

ü  Akıldan yana, bilimden ve çağdaş uygarlık düzeninden yana olmak.

ü  Dürüst, öz güvenli ve özgür irade sahibi olmak.

ü  Güzel bir ahlaka sahip olmak için ilkeli davranabilmek.

ü  Cesur ve yürekli olurken çok çalışkan olmayı benimsemek.

ü  Demokrasiden, bilgiden yana olabilmek için bu konuda araştırmak, okumak.

ü  Toplumdaki sorunların çözümüne gidecek yolları bulabilmek için eleştirel bakış açısına sahip olmak.

ü  Emekten, üretimden ve ulusal değerlerden yana olmak.

ü  Evrensel insan haklarına kendi ülkemiz için de sahip çıkmak.

ü  Yaşam boyu öğrenmek ve kendini geliştirmek.

ü  Boş işlerle ve boş kişilerle zaman harcamamak.

ü  Edindiğin doğru bilgileri ve deneyimleri halkın öğrenmesine sunabilmek.

ü  Zihin yönetimi programlamalarına karşı uyanık olmak.

ü  İnsan değer verirken, insanın eğitimine ve terbiyesine yönelik sağ duyulu olmak.

ü  Evimizde, dijital arşivimizde ATATÜRK' kitapları, yapıtları, onu anlatan yazılar bulundurup, onları genişletmek.

.......

En azından da olsa bunları önemsemek ve elde edebilmek bize gereklidir diyebiliyor isek ATATÜRK'ü anlamak için çaba gösterdiğimize inanabiliriz.

Bunların çoğunu kendinde barındıramayanların ATATÜRK'e gerçekten sahip çıkabileceklerini düşünmek biraz zorlayıcı olmaktadır.

Türkiye Cumhuriyeti çağdaş, uygar bir demokratik hukuk devleti olmaya, bir refah toplumu olabilmeye doğru ilerlemelidir.

Önemli olan budur ve de bu değerlere, hedeflere sahip çıkılmalıdır.

       .    Öğretmen Gönen Çıbıkcı, 08.11.2021, MŞ.


14 Mart 2024 Perşembe

ATATÜRK VE DOKTORLAR

 . - Atatürk ve Doktorlar    .

“Beni Türk hekimlerine emanet ediniz.”
Atatürk’ün en çok bilinen sözlerindendir.

Peki, Atatürk bu sözü neden ve nasıl söylemiştir?

Bunun dışında Türk hekimleri ile ilgili görüşleri nelerdir? Doktorlar ile olan ilişkisi sadece bu sözden mi ibarettir?
Öncelikle söylemek gerekir ki, Atatürk tıbba da, sağlığa da her zaman önem veren bir lider olmuştur. Bunun birincil örneği, TBMM’nin açılışı sonrası oluşturulan kabinede, tarihimizde ilk defa Sağlık Bakanlığı’na yer vermesidir.

……………. DEVAMI için:   ……………………………..

https://www.guncelmeydan.com/pano/ataturk-ve-doktorlar-gokhan-cebeci-t47446.html

 

 

7 Mart 2024 Perşembe

ATATÜRK İLKELERİ

 .   Atatürk İlkelerİ                         .

.    ATATÜRK'ÜN KENDİ İFADESİYLE İLKELERİNİN TANIMI

I.  TEMEL İLKELER

1. Cumhuriyetçilik:
Türk milletinin karakter ve âdetlerine en uygun olan idare, Cumhuriyet idaresidir. (1924)
Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemiyle devlet şekli demektir. (1933)
Cumhuriyet, yüksek ahlâkî değer ve niteliklere dayanan bir idaredir. Cumhuriyet fazilettir.... (1925)
Bugünkü hükümetimiz, devlet teşkilâtımız doğrudan doğruya milletin kendi kendine, kendiliğinden yaptığı bir devlet ve hükümet teşkilâtıdır ki, onun adı Cumhuriyet'tir. Artık hükümet ile millet arasında geçmişteki ayrılık kalmamıştır. Hükümet millet ve millet hükümettir. (1925)

2. Milliyetçilik:
Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türk halkına Türk Milleti denir. (1930)
Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı hep bir soyun evlâtları ve hep aynı cevherin damarlarıdır. (1932)
Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin dayanağı Türk toplumudur. Bu toplumun fertleri ne kadar Türk kültürü ile dolu olursa, o topluma dayanan Cumhuriyet de o kadar kuvvetli olur. (1923)

3. Halkçılık:
İç siyasetimizde ilkemiz olan halkçılık, yani milletin bizzat kendi geleceğine sahip olması esası Anayasamız ile tespit edilmiştir. (1921)
Halkçılık, toplum düzenini çalışmaya, hukuka dayandırmak isteyen bir toplum sistemidir. (1921)
Türkiye Cumhuriyeti halkını ayrı ayrı sınıflardan oluşmuş değil fakat kişisel ve sosyal hayat için işbölümü itibariyle çeşitli mesleklere ayrılmış bir toplum olarak görmek esas prensiplerimizdendir. (1923)

4. Devletçilik:
Devletçiliğin bizce anlamı şudur: Kişilerin özel teşebbüslerini ve şahsî faaliyetlerini esas tutmak; fakat büyük bir milletin ihtiyaçlarını ve çok şeylerin yapılmadığını göz önünde tutarak, memleket ekonomisini devletin eline almak. (1936)
Prensip olarak, devlet ferdin yerine geçmemelidir. Fakat ferdin gelişmesi için genel şartları göz önünde bulundurmalıdır. (1930)
Kesin zaruret olmadıkça, piyasalara karışılmaz; bununla beraber, hiçbir piyasa da başıboş değildir. (1937)

5. Lâiklik:
Lâiklik, yalnız din ve dünya işlerinin ayrılması demek değildir. Bütün yurttaşların vicdan, ibadet ve din hürriyeti de demektir. (1930)
Lâiklik, asla dinsizlik olmadığı gibi, sahte dindarlık ve büyücülükle mücadele kapısını açtığı için, gerçek dindarlığın gelişmesi imkânını temin etmiştir. (1930)
Din bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye karşı değiliz. Biz sadece din işlerini, millet ve devlet işleriyle karıştırmamaya çalışıyor, kasıt ve fiile dayanan tutucu hareketlerden sakınıyoruz. (1926)

6. Devrimcilik:
Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılâpların, (devrimlerin) gayesi Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen çağdaş ve bütün anlam ve görüşleriyle uygar bir toplum haline ulaştırmaktır. (1925)
Biz büyük bir inkılâp yaptık. Memleketi bir çağdan alıp yeni bir çağa götürdük. (1925)

II .  BÜTÜNLEYİCİ İLKELER:

1. Millî Egemenlik:
Yeni Türkiye devletinin yapısının ruhu millî egemenliktir. Milletin kayıtsız şartsız egemenliğidir. (1923)
Toplumda en yüksek hürriyetin, en yüksek eşitlik ve adaletin sağlanması, istikrarı ve korunması ancak ve ancak tam ve kesin anlamıyla millî egemenliği sağlamış bulunması ile devamlılık kazanır. Bundan dolayı; hürriyetin de, eşitliğin de, adaletin de dayanak noktası millî egemenliktir. (1923)

2. Millî Bağımsızlık:
Tam bağımsızlık denildiği zaman, elbette siyasî, malî, İktisadî, adlî, askerî, kültürel ve benzeri her hususta tam bağımsızlık ve tam seferberlik demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan mahrumiyet, millet ve memleketin gerçek anlamıyla bütün bağımsızlığından mahrumiyeti demektir. (1921)
Türkiye devletinin bağımsızlığı mukaddestir. O, ebediyen sağlanmış ve korunmuş olmalıdır. (1923)

3. Millî Birlik ve Beraberlik:
Millet ve biz yok, birlik halinde millet var. Biz ve millet ayrı ayrı şeyler değiliz. (1919)
Biz millî varlığın temelini,millî şuurda ve millî birlikte görnıekteyiz.(1936)
Toplu bir milleti istilâ etmek, daima dağınık bir milleti istilâ etmek gibi kolay değildir(1919)

4. Yurtta Barış Dünyada Barış:
Yurtta sulh, cihanda sulh için çalışıyoruz.(1931)
Türkiye Cumhuriyeti'nin en esaslı prensiplerinden biri olan yurtta sulh, cihanda sulh gayesi, insaniyetin ve medeniyetin refah ve terakkisinde en esaslı âmil olsa gerektir. (1933)
Sulh, milletleri refah ve saadete eriştiren en iyi yoldur. (1938)

5. Çağdaşlaşma:
Milletimizi en kısa yoldan medeniyetin nimetlerine kavuşturmaya, mesut ve müreffeh kılmaya çalışacağız ve bunu yapmaya mecburuz. (1925)
Biz Batı medeniyetini bir taklitçilik yapalım diye almıyoruz. Onda iyi olarak gördüklerimizi, kendi bünyemize uygun bulduğumuz için, dünya medeniyet seviyesi içinde benimsiyoruz. (1926)

6. Bilimsellik ve Akılcılık:

    a) Bilimsellik:
Dünyada her şey için, medeniyet için, hayat için, başarı için en gerçek yol gösterici bilimdir, fendir. (1924)
Türk milletinin yürümekte olduğu ilerleme ve medeniyet yolunda, elinde ve kafasında tuttuğu meşale, müspet bilimdir. (1933)

    b) Akılcılık :
Bizim; akıl, mantık, zekâ ile hareket etmek en belirgin özelliğimizdir. (1925)
Bu dünyada her şey insan kafasından çıkar. (1926)

7. İnsan ve İnsanlık Sevgisi:
İnsanları mesut edeceğim diye onları birbirine boğazlatmak insanlıktan uzak ve son derece üzülünecek bir sistemdir.

İnsanları mesut edecek yegâne vasıta, onları birbirlerine yaklaştırarak, onlara birbirlerini sevdirerek, karşılıklı maddî ve manevî ihtiyaçlarını temine yarayan hareket ve enerjidir. (1931)
Biz kimsenin düşmanı değiliz. Yalnız insanlığın düşmanı olanların düşmanıyız. (1936)

 *******************************************************************

https://www.ktb.gov.tr/TR-96303/ataturk-ilkeleri.html


5 Mart 2024 Salı

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCEDE EĞİTİM SİSTEMİ

. Atatürkçü Düşüncede Eğİtİm Sİstemİ ve Boyutları

     GİRİŞ                                           .

Eğitim sisteminin birbirini tamamlayıcı olarak düşünülmesi gereken iki önemli işlevi vardır. Birinci işlev, milletin kültürünü oluşturan sağlam ve kalıcı değerleri genç kuşaklara aktararak, milletin sürekliliğini sağlamaktır.

İkinci işlev, toplumun davranışlarında istenilen bazı değişiklikleri gerçekleştirmek; toplumun gelişmesini, ilerlemesini, çağdaşlaşmasını sağlamaktır.

Eğitim, bu işlevlerin ikisini birden yerine getirmekle yükümlüdür.

Bunlardan birincisi gerçekleşmezse toplumda kopukluk olur, milletin sürekliliği tehlikeye düşer. İkinci işlev gerçekleşmezse, toplum geri kalır, çağın gelişmelerine ayak uyduramaz, varlığı tehlikeye düşer (1).

İşte bu durumu çok iyi bilen Atatürk’e göre, “en önemli, en esaslı nokta eğitim meselesidir.” Çünkü, “eğitim bir milleti ya hür, bağımsız, şanlı, yüce bir toplum hâlinde yaşatır, ya da bir milleti esarete ve sefalete terk eder” (2).

Atatürk, o güne kadar izlenen eğitime ilişkin yaklaşımların milletin gerilemesinde en önemli etken olduğu kanısındadır.

Bütünüyle bilimsel yaklaşımlara kapısını kapatmış bir geleneksel eğitim sistemi, Atatürk’ün ifadesiyle “çağın gereklerine ve toplumun ihtiyaçlarına cevap vermek”ten uzak bulunmaktadır. Çünkü, yaratıcılığı engelleyici nitelikte eğitim ve öğretim yöntemlerine sahip olan geleneksel eğitim, ezberciliğe dayanmaktadır.

Bu ise, yapıcı ve yaratıcı yeni nesillerin yetişmesini sağlayamamaktadır.

Atatürk, “yalnız çizilmiş eski yollarda şöyle veya böyle yürümenin nasıl olacağının tartışılmasını değil, ileri sürdüğü şartları kapsayan yeni bir eğitim yolunun bulunup millete göstermek ve o yolda yeni nesillere rehberlik yapmak gerektiğini” (3) vurgulamıştır.

O, koyduğu ilkelerin korunmasını, yaptığı inkılâpların devam ettirilmesini, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilelebet yaşatılmasını sağlayacak bir eğitim sistemi kurmaya çalışmıştır.

Atatürk, bir yandan, Kurtuluş Savaşı’nın kazanılması için askerî alanda büyük çaba harcarken, bir yandan da çağdaş eğitim sistemleri üzerinde araştırmalara girmiştir.

O, çok iyi biliyordu ki, “kültür, eğitim ve iktisat zaferleri ile tamamlanmadıkça askerî zaferler tek başına millî kurtuluşu sağlamaya yetmeyecektir” (4).

Bunun için, Atatürk, Çankaya Köşkü’nü akademik tartışmaların yapıldığı bir merkez hâline getirmiş; eğitim alanında yapılan yenilikleri izlemiş, bu konudaki çalışmaları bizzat yönetmiş, programları düzeltmiş, ders kitabı yazmış, tahta başına geçmiş Türk milletine başöğretmenlik yapmıştır.

Atatürk, oluşturmak istediği eğitim sisteminde, ilköğretimin genel ve zorunlu olmasını, ülkede eğitim birliğinin sağlanmasını, ortaöğretimin iyi araç-gereçle özleştirip kolaylaştırılmasını, teknik öğrenimin ilk ve orta derecelerden, en yüksek derecelerine kadar memlekette gerçekleştirilmesini, yükseköğretimin çağımızın gereklerine uygun olmasını amaç edinmiştir. Bu amacın gerçekleşmesi için de, Türkiye’nin eğitim politikasının her derecesinin tam bir netlik ve hiçbir tereddüde yer vermeyen açıklık ile ifade edilmesinin ve uygulanmasının lazım olduğunu vurgulamıştır.

Atatürkçü düşüncenin öngördüğü eğitim sistemini analiz ederken, üç temel öge olan öğretmen, program ve öğrenci boyutlarına sürekli vurgu yapıldığı görülmektedir.

ÖĞRETMEN

Eğitim sistemini başarılı kılan temel faktörlerden birincisi öğretmendir.

Çünkü, eğitim sistemini plânlayan, uygulayan, izleyen ve değerlendiren öğretmendir.

Eğitim sisteminde öğretmenin önemli bir konuma sahip olduğunu çok iyi bilen Atatürk, öğretmenlik mesleğine layık olduğu büyük değeri vermiştir.

Atatürk’e göre, “memleketi ilim, irfan, ekonomi ve bayındırlık sahalarında yükseltmek, milletimizin her hususta çok verimli olan kabiliyetlerini geliştirme, gelecek nesillere sağlam, değişmez ve olumlu bir karakter vermek lazımdır.

Bu kutsal amaçları elde etmek için mücadeleye katılanların arasında öğretmenler en önemli ve en hassas yeri almaktadır” (5).

Öğretmenlere, “Öğretmenler! Yeni nesil Cumhuriyetin fedakâr öğretmen ve eğitimcileri sizler yetiştireceksiniz, yeni nesil sizin eseriniz olacaktır. Eserinizin kıymeti, sizin beceriniz ve fedakârlığınız derecesiyle orantılı olacaktır. Sizin başarınız Cumhuriyet’in başarısı olacaktır” (6) diye hitap eden Başöğretmen Atatürk’ün eğitime ilişkin düşüncelerinin ve eğitimden beklentilerinin gerçekleştirilmesinde dayandığı ve güvendiği kuvvet Türk öğretmeni olmuştur.

Atatürk, 14 Ekim 1925 günü İzmir Erkek Öğretmen Okulu’nu ziyareti sırasında yaptığı konuşmada, öğretmenlik mesleğinin önemini şöyle vurgulamıştır: “Milletleri kurtaran yalnız ve ancak öğretmenlerdir. Öğretmenden eğitimciden yoksun bir millet, henüz millet adını almak kabiliyetini kazanmamıştır. Ona basit bir kitle denir, millet denemez. Bir kitle millet olabilmek için mutlaka eğitimcilere, öğretmenlere muhtaçtır” (7).

Öğretmenin Görev ve Sorumluluğu

Atatürk’ün öğretmenlere verdiği görev ve sorumluluk büyüktür.

Büyük Zafer kutlamak için, Bursa’ya gelen öğretmenlere 27 Ekim 1922 günü yaptığı konuşmada şunları vurgulamıştır:

“Memleketimizi ve toplumumuzu gerçek hedefe, mutluluğa eriştirmek için, iki orduya ihtiyaç vardır.

Biri, vatanın hayatını kurtaran asker ordusu; diğeri milletin istikbalini yoğuran kültür ordusu.

Bir millet kültür ordusuna sahip olmadıkça savaş meydanlarında ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin sürekli netice vermesi, ancak kültür ordusunun varlığına bağlıdır.

Bu ikinci ordu olmadan, birinci ordunun verimli sonuçları kaybolur.

Ordularımızın kazandığı zafer, sizin ve sizin ordularınızın zaferi için yalnız ortam hazırladı. Gerçek zaferi, siz kazanacak, yaşatacaksınız ve mutlaka başarıya ulaşacaksınız.

Ben ve sarsılmaz inançla bütün arkadaşlarım sizi izleyeceğiz ve sizin karşılaşacağınız engelleri kıracağız.” (8).

Öğretmenin Sosyal Statüsü

Atatürk, öğretmenlik mesleğine çok önemli bir boyut daha getirmiştir.

O da, öğretmenlik mesleğinin özveri gerektirdiğidir.

Gerçekten ektiğini en geç biçen çiftçi öğretmendir.

Öğretmenin ürünleri, çok geç ve güç yetişir ama bir kez yetiştiğinde niteliği öğretmenin niteliği ile özdeşleşir.

Öğrenciler, gençler öğretmenlerinin yalnız bilgisinden değil, onun tüm kişiliğinden -tutumlarından, davranışlarından, ilgilerinden, ihtiyaçlarından, değerlerinden ve benzeri özelliklerinden- etkilenir.

O halde, öğretmenleri Atatürk’ün deyimi ile “insan toplumunun en özverili ve muhterem unsurları” (9) saymak gerekmektedir.

Atatürk’ün öğretmenlere ilişkin bu iltifatlar, sadece ifadelerde kalmamış uygulamada da görülmüştür.

Dolmabahçe’de yapılan bir toplantıda Atatürk’ün oturması için çok göz alıcı ve muhteşem bir koltuk konulmuş ve Atatürk’ün yanındakiler Atatürk’e bu koltuğa oturmasını ısrar edince, aldıkları cevap Türk eğitimcileri için bir övünç kaynağı olmuştur. “O koltuk profesörlere aittir” (10) demiştir.

Atatürk’e göre, “Okullarda eğitim görevinin güvenilir ellere verilmesi, memleket evlatlarının o görevi kendine hem meslek hem de bir ülkü sayacak erdemli ve muhterem öğretmenler tarafından yetiştirilmesini sağlamak için öğretmenlik, diğer serbest ve yüksek meslekler gibi değişerek gelişmeye ve her halukârda geçim rahatlığı sağlamaya elverişli bir meslek hâline getirilmelidir. (11)

PROGRAM

Atatürk’e göre “hükûmetin en verimli ve en önemli vazifesi millî eğitim ile ilgili işlerdir.

Bu işlerde başarılı olabilmek için öyle bir program takip etmeye mecburuz ki, o program milletimizin bugünkü haliyle sosyal, hayatî ihtiyacıyla, çevre şartlarıyla ve çağın gerekleriyle tamamen uygu, uyumlu olsun.

Bunun için, büyük ve fakat hayali ve karmaşık düşüncelerden tamamen sıyrılarak gerçeği etkili bir bakışla görmek ve el ile temas etmek lazımdır.

Teşebbüs edilecek şeyin neden ibaret olduğu ancak bu şekilde kendiliğinden ortaya çıkar” (12).

Eğitim Programlarının Nitelikleri

1. Hedefler :

Atatürk, cumhuriyet eğitiminin hedefleri için iki temel ilkeye dikkatleri çekmiş; bunların önemini ve nasıl gerçekleştirileceğini şu ifadelerle ortaya koymuştur. “Millî eğitim işlerinde kesinlikle zafere ulaşmak lâzımdır.

Bir milletin gerçek kurtuluşu, ancak bu şekilde olur.

Bu zaferin sağlanması için:

Bunlardan birincisi, eğitimin sosyal hayatın ihtiyaçlarına cevap vermesi; diğeri ise, çağın gereklerine uygun olmasıdır” (13).

2. Bilimsellik :

Atatürk, eğitim sisteminin; eğitim programlarının bilimsel olmasının önemi üzerinde durmuştur. Ona göre, “Çağın ve toplumun ihtiyaçlarına cevap verecek bir eğitim sistemi, bilimsel yöntemlere ağırlık vermelidir. Okullarımızda, temel ve uygulamalı bilimlere, araştırmaya önem verilmelidir. Eğitim programları, bilim alanındaki en yeni gelişmeleri göz önünde tutmalıdır” (14).

Atatürk, uygarlık yolunda başarı ile ilerlemenin sırrını, aklın ve bilimin yol göstericiliğinde görmüştür.

Dünyada her şey için; medeniyet için, hayat için, başarı için en gerçek yol gösterici ilimdir, fendir. İlim ve fennin dışında yol gösterici aramak gaflettir, cahilliktir, doğru yoldan çıkmaktır” (15).

3. Gelişmelere Açık Olma :

Atatürk, eğitim sisteminin temelini oluşturan eğitim programlarının gelişmelere açık olmasını önemle belirtmiştir.

“İlim ve fennin yaşadığımız her dakikadaki safhalarının gelişimini anlamak ve ilerlemeleri zamanında takip etmek şarttır. Bin ikibin, binlerce yıl önceki bilim ve fen ile ilgili kaide ve kuralları şu kadar bin yıl sonra olduğu gibi uygulamaya kalkışmak, şüphesiz bilim ve tekniğin içinde bulunmak değildir” (16).

4. Uygulamaya Yönelik Olma:

Atatürk, uygulamalı eğitimi eğitim sisteminin temeli olarak görmüştür.

O’na göre, “Bir yandan bilgisizliği ortadan kaldırmaya uğraşırken, bir yandan da memleket evladını toplumsal ve ekonomik hayatta aktif şekilde etkili ve verimli kılabilmek için zorunlu olan ilk bilgileri uygulamalı bir biçimde vermek metodu eğitimimizin temelini oluşturmalıdır” (17).

Atatürk, uygulamalı eğitimin yıllarca ihmal edildiğini ve bunun sonuçlarını da dile getirmiştir. “Geçmişte devletin eğitim işlerini yürütenler, sanat ve ticaret gereksizmiş gibi düşünmüşlerdir. Ülkenin yoksul, harap; halkın bilgisiz kalması bu yüzdendir. Oysa, eğitim programının temelini, yaşamamız için gerekli şeyleri süratle, kolayca yapmayı öğretmek teşkil etmelidir” (18).

Bu durumun gerçekleşmesi için, Atatürk’ün önerileri son derece önemlidir.

Yaparak öğrenmeye dayanan ve yaygın bir eğitim-öğretim için yurdun önemli merkezlerinde yeni kitaplıklar, çeşitli bitkileri ve hayvanları içine alan bahçeler, konservatuvarlar, işyerleri, müzeler, galeriler, sergi salonları kurmak gerekli olduğu için ilçe merkezlerine kadar bütün yurdun basımevleriyle donatılması gerekmektedir.

Atatürk, uygulamalı eğitimin hedeflerini, niçin gerekli olduğunu ve hangi eğitim kademesinden itibaren başlaması gerektiğini de şöyle ifade etmiştir.

“Toplumsal hayatta bizzat faal ve faydalı, verimli elemanlar yetiştirmek lâzımdır. Bu da ilk ve ortaöğretimin uygulamalı bir şekilde olmasıyla mümkün olur. Ancak bu sayede, toplumlar iş adamlarına, sanatkârlarına sahip olur. Elbette millî dehamızı geliştirmek, hislerimizi layık olduğu dereceye çıkarmak için, yüksek meslek sahipleri de yetiştirmeliyiz” (19).

Öte yandan, Atatürk, uygulamalı eğitimin, özellikle, ilk ve ortaöğretimde, nasıl verilmesi gerektiğini ayrıca vurgulamıştır.

“İlk ve ortaöğrenim mutlaka insanoğlu ve medeniyetin gerektirdiği ilim ve fenni versin Fakat, o kadar pratik bir şekilde versin ki, çocuk okuldan çıktığı zaman aç kalmaya mahkum olmadığına emin olsun” (20).

Eğitimin uygulamalı şekilde yapılmasında en önemli faktör, eğitim sürecinden birinci derece sorumlu olan, öğretmenler ve eğitimcilerdir.

Bunun böyle olduğunu çok iyi bilen Atatürk, öğretmen ve eğitimcilerin öğretim sürecinde gerçekleştirecekleri etkinliklerin nasıl olması gerektiğini ve bunun sonuçlarına dikkatleri çekmiştir.

“Her profesör ve öğretmenin aşılayacağı fikirler, ideal gayelere hizmet edecek şekilde olmalıdır. Kitapların cansız teorileri ile karşı karşıya gelen genç beyinler, öğrendikleriyle memleketin gerçek durumu ve çıkarları arasında ilişki kuramıyorlar. Yazarların ve teorisyenlerin tek taraflı dinleyicisi durumunda kalan Türkiye’nin çocukları hayata atıldıkları zaman bu ilişkisizlik ve uyumsuzluk yüzünden tenkitçi, karamsar, millî şuur ve düzene uyumsuz kitleler meydana getirirler” (21).

5. Üretkenliğe Yönelik Olma :

Atatürk’ün eğitim sisteminin temeline koyduğu ilkelerden biri de üretime yönelik olmadır.

O, eğitimin hayatla ilişkili olmasını ve eğitimin ekonomik hayatı etkilemesini istemiştir.

Atatürk’e göre, “eğitim ve öğretimde izlenecek yol, bilgiyi günlük yaşamda başarılı olmayı sağlayacak, uygulamalı ve kullanılması mümkün bir araç hâline getirmektir.”

Bu, gerçekleştiği takdirde “kültürlü insanlar sorunlarını, öğrendiği, uygulayacağı ve geliştireceği bilgi ve teknoloji ile çözmeye çalışmalıdır. Faaliyetleri sonunda ortaya bir ürün koymalıdır. Bu da hayal olan cansız teorilerle değil, gerçekle ilgili, gerçeği açıklayan teorilerle mümkündür” (22).

6. Uygulanacak Yöntemler ve nitelikleri :

Atatürk, o güne kadar izlenen eğitim-öğretim yöntemlerinin, milletimizin gerileme tarihinde en önemli etken olduğu kanısındadır.

Atatürk’e göre, “eğitim ve öğretimde uygulanacak yöntem, bilgiyi insan için bir süs, bir baskı aracı yahut medenî bir zevkten çok, maddî hayatta başarılı olmayı sağlayan pratik ve kullanılabilir bir araç durumuna getirmektir” (23).

Bu sözler hem geleneksel eğitimin bir eleştirisi, hem de eğitimle ilgili yeni düzenlemelerde hayattan ve hayatın ihtiyaçlarından kopuk bir yola girme ihtimallerine karşı bir ikazdır.

7. Disiplin :

Atatürk’e göre, “hayatın her çalışma safhasında olduğu gibi özellikle öğretim hayatında sıkı disiplin başarının esasıdır. Müdürler ve öğretim kadroları disiplin sağlamaya, öğrenciler ise disipline uymaya mecburdur.”

Bu, korku ve fizikî etkileme şeklinde bir disiplin anlayışı değildir.

Öğrencilerin, öğrendiklerini isteyen, benimseyen, duyan ve kurallara uyan bir anlayıştır. Atatürk, bu konuya şöyle açıklık getirmektedir.

“Korku ile verilen eğitim, makbul bir eğitim değildir. Böyle bir eğitime güvenilmez” (24).

Atatürk, eğitim sisteminde eski dönemlerin dayağa dayanan düzen ve disiplin anlayışı yerine, sevgiye dayanan bir düzen ve disiplin anlayışının yerleştirilmesinden yanadır.

ÖĞRENCİ

Türk milleti, Atatürk’ün önderliğinden bağımsızlık mücadelesine girişirken ve Cumhuriyeti kurarken gençliğin, bundan sonra hangi ilkelere, amaçlara, hangi eğitim felsefesi ve dünya görüşüne göre yetiştirilmesi gerektiğinin ivedilikle belirlenmesi çok önem taşıyordu.

Eğitim sürecinde yetiştirilecek bireylere hangi niteliklerin kazandırılacağı, Atatürk’ün birçok ifadelerinde açıkça vurgulanmaktadır.

Atatürk’e göre, “millî eğitimin gayesi, yalnız hükûmete memur yetiştirmek değil, daha çok memlekete ahlâklı, cumhuriyetçi, inkılâpçı, olumlu, atılgan, başladığı işleri başarabilecek kabiliyette, dürüst, düşünceli, iradeli, hayatta rastlayacağı engelleri aşmaya kudretli, karakteri sahibi genç yetiştirmektir” (25).

Ancak, Atatürk’e göre öncelikli bir nitelik vardır ki, o nitelik gerçekten son derece önemlidir. Atatürk, bu niteliği 1 Mart 1922 günü TBMM açış konuşmasında şöyle dile getirmiştir.

“Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize görecekleri öğrenimin sınırı ne olursa olsun, ilk önce ver herşeyden önce Türkiye’nin bağımsızlığına, kendi benliğine, millî geleneklerine düşman olan bütün unsurlarla mücadele etmek gereği öğretilmelidir” (26).

Atatürk, gençlerin cumhuriyetin düşüncede, bilimde, fende ve bedence güçlü, yüksek karakterli koruyucuları olarak yetiştirimesini istemiştir.

Bu isteğini, 25 Ağustos 1924 günü Öğretmenler Birliği Kurultayı’nda söyle vurgulamıştır. “Cumhuriyet, fikren, ilmen, fennen, bedenen kuvvetli, yüksek karakterli koruyucular ister. Yeni nesli, bu özellik ve kabiliyette yetiştirmek sizin elinizdedir” (27).

Yine aynı Kurultay’da, “memleket evlâdı, her öğretim kademesinde ekonomik hayatta yapıcı, etkili ve başarılı olacak şekilde donatılmalıdır” ifadelerine yer vermiştir.

Bu ifadelerle, özellikle, ortaöğretimde genel bilgi verme yanında, sanat ve meslek sahibi elemanları yetiştirmek ve millî kültür geliştirmek gerektiğini ortaya koymuştur.

Atatürk’ün eğitim sürecinde önem verdiği bir temel konu da demokratik eğitim ortamıdır. Atatürk’e göre, “çocuklar, serbestçe konuşmaya, düşündüklerini, duyduklarını olduğu gibi ifade etmeye teşvik edilmelidir. Böylece, hem hatalarını düzeltmeye imkân bulunur, hem de ileride yalancı ve riyakâr olmalarının önüne geçilmiş olur. Kısacası, çocuklarımızı artık, düşüncelerini hiç çekinmeden açıkça ifade etmeye, içten inandıklarını savunmaya, buna karşılık da başkalarının samimi düşüncelerine saygı beslemeye alıştırmalıyız” (28).

SONUÇ

Atatürk’ün eğitim ve öğretim konusunda ileri sürdüğü görüşler, bir bütün olarak ele alınırsa, görülür ki, diğer eğitim reformcuları gibi şu iki işi yapmaktadır.

- Birincisi, geleneksel eğitim sistemini yetersiz bulmakta, eleştirmekte ve bunun değiştirilmesini istemektedir.

- İkincisi ise, bunun yerine konmasını istediği yeni eğitim sisteminin ana ilkelerini saptamaktadır.

Atatürkçü düşünce, eğitim sisteminde fikri, irfanı ve vicdanı hür nesiller yetiştirmek için, lâiklik ilkesini benimsemiştir. Öte yandan, eğitimin bilimsel anlayışla yapılabilmesi, lâiklik ilkesinin uygulanmasıyla mümkündür.

Atatürkçü Eğitim Sistemi’nde programların kesin ve açık olması çok önemli olmakla birlikte, etkili ve verimli olabilmesi onların yeterli, anlayışlı ve fedakâr öğretmenlerle, eğitim kurumlarımızda çok büyük dikkat ve gayretle uygulanmasına bağlıdır.

Aslında önemli olan, ulusal eğitimin Atatürkçü ilkelerini saptamak değil, ilkelerin ulusal eğitimimizde ne ölçüde uygulama olanağı bulabildiğidir.

O halde, 21. yüzyıla girerken, Türk Eğitim Sistemi başarılı olmak için yapısını, hedeflerini ve uygulayacağı programları saptarken, Türkiye Cumhuriyeti’nin dinamik ideallerini, Atatürkçülüğün devlet, fikir ve ekonomik hayatta öngördüğü ilkeleri ve esasları, birbirini kollayacak, destekleyecek ve bütünleyecek biçimde göz önünde bulundurmalıdır.

 .    Yrd.Doç.Dr. Ahmet ÇOBAN (*) Cumhuriyet Üniversitesi Eğitim Fakültesi İlköğretim Bölüm Başkanı

(1) H. Ali Koçer, “Atatürkçülük” Atatürkçü Düşünce Sistemi II. Kitap, Ankara 1983, s. 680.

(2) Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri C. II. Türk İnkılâp Enstitüsü, Ankara, 1959, s. 198.

(3) Atatürkçülük, Millî Eğitim Basımevi, Ankara, 1984, s. 295.

(4) Turhan Feyzioğlu, “Atatürk ve Millî Eğitim”, Atatürkçü Düşünce, Türk Tarihi Kurumu Basımevi, Ankara, 1992, s. 675.

(5) Atatürkçülük, s.290.

(6) a.g.e. s.305.

(7) Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, s.232.

(8) a.g.e. s.32.

(9) Leyla Küçükahmet, Öğretmen Yetiştirme, G.Ü. İletişim Fakültesi Matbaası, Ankara, 1995, s.93.

(10)Galip Karagözoğlu, “Atatürk İnkılâplarının Yerleşmesinde ve Gerçekleşmesinde Eğitimin Rolü ve Yeri”, Atatürkçülük, Genel Kurmay Basımevi, Ankara, 1983, s.39.

(11) Ensar Aslan, Atatürkçü Düşünce Sisteminde Türk Eğitimi, D.Ü. Atatürk Araştırmaları Merkezi Yayınları No:3, Diyarbakır, 1989, s.39.

(12) Atatürkçülük, s.295.

(13) a.g.e. s.293.

(14) Feyzioğlu. a.g.e. s.689.

(15) Atatürkçülük, s.290.

(16) Aslan, a.g.e. s.46.

(17) Nurettin Fidan, Münire Erden, Eğitime Giriş, Alkım Yayınevi,Ankara, 1997, s.124.

 (18) Yahya Akyüz, “Atatürk ve Eğitim”, Atatürkçü Düşüncede El Kitabı, Atatürk Araştırma Merkezi,Ankara, 1995, s.193.

(19) Aslan, a.g.e. s.63.

(20) Atatürkçülük, s.298.

(21)  a.g.e. s.305.

(22) Atatürkçülük, s.131.

(23) Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, s.230.

(24) Aslan, a.g.e. s.43.

(25) Atatürkçülük, s.299.

(26) a..g.e. s.296.

(27) a..g.e. s.305.

(28) Akyüz, a..g.e. s.194.

https://dhgm.meb.gov.tr/yayimlar/dergiler/Milli_Egitim_Dergisi/149/coban.htm

.    Öğretmen Gönen ÇIBIKCI, 05.03.2024


TÜRKÜM DİYENE

. NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE! Bu sözden neler anlamalıyız? "Ne mutlu Türk'üm diyene!" sözü, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu...