31 Ekim 2021 Pazar

ATATÜRK VE ULUSAL EGEMENLİK

 ATATÜRK VE ULUSAL EGEMENLİK

§  Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu sıralarda, 20. yüzyılın ilk yarısında, Yeni Sömürgecilik (Neo-Colonialism, 1914-1945) denilen, iki dünya savaşı arasındaki bir dönem yaşanmaktaydı.

§  Genel anlamda üç tür rejim var; mutlakiyet, meşrutiyet, cumhuriyet.

§  Son ikisi parlamenter/anayasal rejimlerdir.

§  Rejimin ilkesel tabanı (sistem) var ve bu ilkeler rejimin karakterini belirliyor; demokrasi, sosyalizm, teokrasi gibi ilkesel temeller olabiliyor.

§  İran teokrasiyi, Çin sosyalizmi, Türkiye ise demokrasiyi sistem olarak benimseyen bir cumhuriyet rejimine sahiptir.

§  Örgüt/örgütlenme demek olan devlet, kurumları ve organları vasıtasıyla somutlaşır.

§  Birincisi, devleti şahsında temsil eden “kişi”, devlet başkanıdır.

§  82 Anayasası’nda, “Cumhurbaşkanı devletin başıdır” ibaresini görürüz.

§  İkincisi, devlet bir “simge (bayrak)” ile temsil edilir.

§  Üçüncüsü, “yasama-yürütme-yargı” erkleri; ordu ve kolluk güçleri de devlet organlarıdır.

§  Yasama erkinde, Parlamento tek meclisli (uni-cameral) ya da iki meclisli (bi-cameral) olabilir.

§  Her devletin bir toprağı (biz buna ‘vatan’ diyoruz) ve insan/toplum faktörü (biz buna ‘millet/ulus’ diyoruz) vardır.

§  O halde, bir vatan üzerinde bir ulusun örgütlenmesi ‘devlet’ demektir.

§  Bir devlet, toprağına ‘egemenlik’, insanına yönelik olarak da ‘hukuk’ görevini ifa eder.

§  Türkiye Cumhuriyeti sadece bir ulusal devlet değil, aynı zamanda üniter bir devlettir.

§  Üniter yapılı ulusal devletler de, bölücü girişimlerden çekinerek, demokratik gelişimlerinden -özellikle temel ve bireysel haklar çerçevesinde- vazgeçmemelidirler.

§  Türkiye Cumhuriyeti, üniter ve ulusal bir devlet olarak kurulmuştur.

§  Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan itibaren “eşit haklar” olgusunu esas almış ve anayasalarıyla da bunu garanti altına alan bir parlamenter ve demokratik yapıyı geliştirmiştir.

§  Vatanın bağımsızlığı ve ulusun bütünlüğü esastır; manda ve koloni reddiyle kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti için “istiklal-i tam” –başlangıcından beri— esastır.

§  Atatürk’ün vurguladığı “istiklal-i tam”?

§  Acaba günümüzde, tam bağımsızlık mümkün müdür?

§  Mustafa Kemal Atatürk’ün kullandığı ‘istiklal-i tam’ ne demekti; Türkiye Cumhuriyeti hangi süreçte kuruldu?

§  20. yüzyıl başına gelindiğinde, emperyal güçler, zaten küresel (global) eylem yapabilen sömürgeci devlere dönüşmüştü; ama artık sadece sömürgeci Avrupa gücü olmak istemiyorlar, “dünya egemeni (world power)” olmak, dünyanın jeostratejik merkezine yerleşmek istiyorlardı.

§  İngiltere ve Fransa bu nedenle Çanakkale’ye birleşik filoyla ve ortak harekatla saldırdılar.

§  Dünya Savaşı, bir anlamda, merkezi imparatorluklar dünyası ile sömürge imparatorluklarının rekabetine sahne oldu; geniş manada ise tüm dünyayı içine alan farklı boyutları oldu.

§  Batılı sömürgeciler için “Şark Meselesi”, bir bakıma Osmanlı’nın nasıl parçalanacağı hususunda yoğunlaştı.

§  Ayrıca, iki yeni sömürgeci güç daha vardı: İtalya ve Almanya. Revizyonist politikalarıyla bilinen ve aslında birliğini 1860-1871 yılları arasında sağlayan bu iki devlet, sömürge yarışına geç katılmıştı.

§  Onlar, I. Dünya Savaşı’na Osmanlı’nın safında katılıyorlardı; fakat bizimle aynı amaçta ve durumda değillerdi.

§  Üç merkezi imparatorluk, devletlerinin parçalanmamasına gayret gösteriyordu; halbuki Almanya ve İtalya ise yeni sömürge düzeninde kendilerine daha fazla pay istemekteydiler ve kendilerinin yeterince hisse elde edemediği mevcut İngiliz-Fransız etkisindeki sömürge dünyasından hoşnut değillerdi.

§  İngiltere ve Fransa’nın İtilaf kanadında; üç merkezî imparatorluk ile Almanya ve İtalya’nın ise İttifak kanadında yer almasıyla şekillenmeliydi.

§  Oysa, böyle olmadı.

§  İtilaf devletleri gizli antlaşmaları uygulamaya koyarak, kendi yanlarına yeni ortaklar kazandırdılar.

§  Gizli antlaşmalardan ilki, 1915 İstanbul Antlaşması’yla, Rus Çarlığı İtilaf kanadına çekilirken, Rusya’ya hem Marmara’daki yerler vaadediliyor, hem de Gökçeada (İmroz) ve Bozcaada’nın geleceğine dair söz hakkı vaad ediliyordu.

§  Rus Çarlığı, böylece sömürge imparatorluklarının hanesine kaydediliyordu.

§  1915 Londra ve 1917 Saint-Jean de Maurienne antlaşmaları ile bu kez İtalya, Antalya ve çevresine, Oniki Ada ve Trablusgarp’a ilişkin vaatler ile İngiltere ve Fransa’nın yanına çekiliyordu.

§  1916 tarihli Sykes-Picot ise İngiltere ve Fransa’nın Anadolu’daki nüfuz bölgeleri (zone/sphere of influence) ve Ortadoğu’da oluşturdukları mandalarına ilişkindi.

§  İngiltere ve Fransa, 1915’te Çanakkale’de yaptıkları gibi (ortak filo ve kara harekatıyla) dünyanın üç kıta arasındaki bu merkez-güç eksenine yani Anadolu ve çevresindeki coğrafyalara dolaylı yoldan yerleşmeye çalışıyorlardı.

§  Böylelikle sadece bir sömürge gücü (colonial power) değil, aynı zamanda bir “dünya egemeni (world power)” olma yolundaydılar.

§  Dünya Savaşı, bu açıdan bakıldığında, merkezî imparatorlukların (Osmanlı İmparatorluğu, Rus Çarlığı, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu), dönemin sömürge dünyasını temsil eden (İngiltere ve Fransa gibi) güçleri tarafından “manda ya da nüfuz bölgeleri” halinde dolaylı yoldan sömürgeleştirilerek ya da ayrıştırılarak (dissolution), dünyanın “merkez gücü”nün bu suretle el değiştirmesini ve küresel kapitalin asli denetimine terk edilmesini öngörüyordu.

§  Sömürge dünyası, bu çerçevede, Osmanlı topraklarında kendilerine bağlı mandalar oluşturmakta ya da ilhak projelerini desteklemekteydiler.

§  Dünyada şöyle bir siyasi moda vardı:

§  Manda, ‘bağımsızlık’ yolu olarak empoze ediliyordu.

§  Sivas Kongresi’nde bile bazı ‘milli’ ruhlu olan insanlar (gayri milli demiyorum), bir mandatör bulamazsak, bağımsız olamayız eğilimindeydiler.

§  Kimi bulacağız sorusu karşısında, Birleşik Amerika (sömürge dünyasına karşı savaşım vererek bağımsız olduğundan) mandatör olabilir diye umutlananlar vardı.

§  İşte burada Mustafa Kemal’in farkını bir kez daha görüyoruz.

§  Mustafa Kemal, “sömürgeciliği ve mandacılığı” kesinlikle reddederek Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu pırıl pırıl bir ufuk üzerinde yükseltmiştir.

§  Türkiye Cumhuriyeti bu nedenle, dönemsel olarak 1914-1945 yılları arasındaki tarih diliminde kurulmuş, ama o dönemin manda devletlerinden tamamen farklı bir şekilde, tam bağımsız (istiklal-i tam) olarak kurulmuştur.

§  Tam bağımsızlık (istiklal-i tam)’ kararlılığı, Mustafa Kemal’in, ‘manda’ ile bağımsız olunamayacağına dikkat çektiği anlamlı bir yaklaşımdır.

§  Türkiye Cumhuriyeti öyle kurulmuştur ki hem inkılâbı olan, hem de istiklâli olan bir devlettir.

§  Mondros Mütarekesi imzalandığı sırada işgal altındaki yerlerin geleceğinin belirlenmesi esas alınmıştır.

§  Bu kapsamda, 1. maddeye bakarsak, mütareke imzalandığı sırada, Osmanlı İslam çoğunluğunun olduğu yerlerin bölünmez bir bütün olduğu kaydedilmekteydi.

§  Mustafa Kemal, 1911’de Trablusgarp’ta, 1913’de Sofya ataşemiliterliğinde, 1915’te Çanakkale’de kara muharebelerinde, 1916’da Bitlis’in ve Van’ın düşman işgalinden kurtarılmasında büyük hizmet vermişti; Çanakkale’den sonra, Doğu Anadolu’ya giderek 16. Kolordu’nun komutasını üstlenmişti.

§  Çünkü vatanın doğusu, batısı olmaz.

§  Mustafa Kemal’in mütareke döneminde kısa bir süre görev yaptığı yer, Yıldırım Orduları grup komutanlığı.

§  O halde mütareke imzalandığında ordumuz, ana hatlarıyla Adana ile Şam’ın arasındaki bölgede bulunmaktaydı.

§  Bizler, bir ulusun parçasıyız.

§  Bireyi devlete bağlayan tek bağ, sadece vatandaşlık bağı değildir, tarihsel ve kültürel bağ da önemlidir.

§  Bizim insan olarak yüzyıllar boyunca birbirimize olan hakkımız ve hukukumuz da esastır.

§  Ulusa aidiyet ve bağlılık hem kalem üstünden, hem de kelam ve gönül üzere mühürlenir.

§  Misak-ı Milli’nin 6. maddesi ise siyasi, adli, mali her türlü kapitülasyonun reddini ifade eder.

§  Çünkü biz tam bağımsız bir devletin belgesini ortaya koyuyoruz.

§  Biz manda üzerinden bağımsızlığı savunmuyoruz, o yüzden Mustafa Kemal, “istiklal-i tam” diyor.

§  Türkiye Cumhuriyeti olarak elbette daha da geliştireceğiz hukuk ve kalkınma şartlarımızı; ama devletimiz, kuruluş itibariyle ulusal birliği ve vatan bütünlüğü olması açısından dünya tarihine örnektir.

§  Dünyanın jeo-strateji merkezini, üç kıta çıkışını tutan büyük bir devlettir.

§  Türkiye Cumhuriyeti devletinin varlığı, hem bölgemiz hem de dünya açısından barış ve huzurun teminatıdır.

§  Türk İstiklal Savaşı nedir?

§  Mustafa Kemal’in önderliğinde, “istiklal-i tam” ilkesine dayanan (diğer bir deyişle, Yeni Sömürgecilik döneminin manda/kondominyon tezlerini kesinlikle reddeden); “ilhak projeleri (Büyük Ermenistan; Megali Idea)”nin yürütüldüğü batı ve güneygüneydoğu bölgelerinde Kuva-yı Milliye ile; Orta Anadolu’da iç isyanlara ve Karadeniz’de Pontusçuluğa karşı Merkez Ordusu ile; Trakya’da dış işgale karşı paramiliter müfreze (tim) savaşımı ile hayata geçirilen ulusal mücadeleye, "İstiklal Savaşı" denir.

§  Dünya Savaşı sonundaki barış antlaşmaları, yenilen taraflara empoze edilmekteydi.

§  Oysa Lozan’daki barış maddeleri, ulusal bağımsızlığımızın teminatı için sekiz buçuk ay boyunca çetin bir şekilde tartışılmıştır.

§  Sakın zannetmeyelim ki biz Türk Kurtuluş Savaşı’nı 1919-1922’de tümüyle bitirdik ve savaşım orada sonlandı. Büyük askeri ve siyasi zafer safhasından sonra diplomatik ve ekonomik savaşım devam etti.

§  Mudanya Mütarekesi’nden sonra sıra barış antlaşması görüşmelerine geldiğinde, İtilaf devletleri Türk İstiklal Savaşı’nı adeta bir ‘Türk-Yunan Savaşı’ boyutuna indirgemek istediler, kendilerini bu yenilgiden soyutlamak istediler.

§  Milli Mücadele’de askeri savaşım Mudanya Mütarekesi ile durakladığında, bu kez de diplomasi mücadelesi yoğunlaştı.

§  Savaşı kazanan devlet, barış antlaşması için konferans yerini saptayacaktı.

§  İtilaf devletleri belli kentlerde ısrar ediyorlardı.

§  Bu hususta bile başlangıçta uzlaşamadık.

§  Nihayet tarafsız bir ülkede, İsviçre’nin Lozan şehri tercihinde uzlaşıldı.

§  Lozan’daki barış konferansı Şubat-Nisan 1923 sürecinde kesintiye uğradı.

§  Çünkü bizim kırmızı çizgilerimiz vardı.

§  Kapitülasyonları ya da Büyük Ermenistan manda projesini kesinlikle kabul etmedik.

§  Çünkü biz bu toprağın, üç kıta çıkışı hakimiyeti olmadan elde tutulamayacağının farkındayız.

§  Bu topraklardaki hakikat, bir kıta çıkışının kaybedilmesi halinde, bütünün egemenliğinin yitirilmesi demektir.

§  O halde vatanın bütünlüğü esastır, kimsenin ulusal birliği bozma gibi bir lüksü de yoktur.

§  Lozan Barış Konferansı’nın görüşmeleri Uşi (Ouhcy) Şatosu’nda başladı.

§  Antlaşma’da geçen “5 Kasım 1914” neredeyse milat gibi bir tarih.

§  Deniliyor ki; 5 Kasım 1914 başlangıç olmak üzere, Türkiye Mısır ve Sudan üzerindeki haklarından vazgeçer; Türkiye, İngiltere tarafından Kıbrıs’ın 5 Kasım 1914’te ilan olunan ilhakını tanır….

§  Bir başka deyişle, 5 Kasım 1914, İtilaf Devletleri’nin Osmanlı’ya savaş açtığı tarihti.

§  Lozan’da aslında, hem I. Dünya Savaşı’nı hem de İstiklal Savaşı’nı sonlandıran sorunlar görüşüldü, çözüldü.

§  Ama Lozan sonrası diplomasisiyle de, Hatay ve Musul sorunlarında olduğu gibi ya da yeni Türkiye’nin başkentinin saptanmasında olduğu gibi önemli ilerlemeler kaydedildi.

§  Atatürk’ün şu cümlesine dikkat edin:

§  “Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı, Makedonyalı” hep aynı cevherin, aynı ırkın damarları olarak işaret edilmiştir.

§  Çünkü burada kastedilen “ırk”, doğuştan gelen biyolojik/genetik ırktan ziyade; bireylerin, “faaliyetleriyle, ortak kültür ve ülküleriyle, örgütlenme ve paylaşım kabiliyetleriyle” meydana getirdikleri ortak “ırk”, ortak ailedir.

§  Bu nedenle, Atatürk’ün kullandığı ve Türk ulusunun birliğine ve birlikteliğine dikkat çeken “ırk” referansı başka bir şey, dünya tarihinde 1930’larda Avrupa’da görülen ve doğuştan gelen biyolojik farkları manipüle eden siyasi ırkçılık çok başka bir şeydir.

§  Türk Kurtuluş Savaşı’nın en büyük vasfı, Atatürk gibi eşsiz bir liderin önderliğinde Türk ulusunun eseri olmasıdır; vasıflarından bir diğeri ise haklı bir gerekçeye dayanması ve mazlum uluslara örnek olmasıdır.

§  Atatürk’ün işaret ettiği gibi, Lozan’da imzalanan Barış Antlaşması’yla, Türk ulusu aleyhine yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevr ile hayata geçirileceği düşünülen büyük bir suikast yıkılmıştır.

                    Neşe ÖZDEN Prof. Dr., Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih , Coğrafya Fakültesi, Sıhhiye/ANKARA

https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/417285

 

29 Ekim 2021 Cuma

Cumhuriyet

 


Cumhuriyet Bayramı


 

Cumhuriyet

 


ATATÜRK CUMHURİYET VE DEMOKRASİ

ATATÜRK, CUMHURİYET VE DEMOKRASİ

.... Biz Mustafa Kemal Atatürk biyografisi bile yazmadık doğru dürüst.

Bir şey daha var.

Mustafa Kemal’in düşünceleri nereden öğrenilir?

Yazdığı kitaplardan.

Bu toplum bu konuda o kadar cahil ki, tabi ki genel anlamda konuşuyorum ben, o kadar cahildir ki, Mustafa Kemal Atatürk’ün bir yazar olduğunu, hatta gazetesi olduğunu, köşe yazıları yazdığını, fikirlerini gazetelerde köşe yazılarında “Hatip” takma adıyla savunduğunu, örneğin İrade-i Milliye, Hakimiyeti Milliye’de köşe yazıları yazdığını ve ancak üsluba bakarak bazı yazıların Mustafa Kemal’e ait olduğu tespit edilir ve bu gün, isim isim saptanabilen basılmış elimizde somut on dört kitap yazdığını pek kimse bilmez.

Atatürk bir şey yazdı mı?

Kitap yazdı.

Ne yazdı?

Nutuk.

Nutuk ‘u da kimse okumadı, bunu da tarif edelim veya normal olarak kendimize itiraf edelim.

Neden?

Çünkü Nutuk okunması zor bir kitaptır.

Niçin o zordur?

Dönemin iç ve dış politikasını bilmeden, kültürel olaylarını dönemin çalkantılarını ayrıntılı bir biçimde bilmeden Mustafa Kemal Atatürk’ün yazdığı kitabı tam olarak algılama imkan yoktur.

Nutuk’ta Atatürkçülüğün ne olduğu anlatılmaz.

Nutuk, 1927’ye kadar olan olayları anlatır.

Dolayısıyla Atatürk’ün bakış açısına uygun olan bir savunmadır.

Halkın karşısında hesap vermesidir.

Nutuk ve dolayısıyla sanki Atatürk’ün yazdığı tek kitap bu ve başka kitaplar yokmuş gibi, hiç kimse bu konulardan haberdar değil.

Ondan sonra Atatürk’e dönüp:

- “Atam izindeyiz, seni çok iyi anlıyoruz seni çok iyi derinden kavrıyoruz" demeler...

Bunlar bana göre samimiyet ifade etmiyor.

Demek ki biz, Mustafa Kemal’i çok iyi tanıyacağız.

Mustafa Kemal Atatürk’ün düşünce dünyasında ulusal egemenliğin ne anlama geldiğini, cumhuriyet kavramının onda ne çağrıştırdığını ve o cumhuriyet için neyi öngördüğünü, onun yaşadığı olaylarla, o dönemin bir takım koşullarında yazdığı kitaplardan bir takım alıntılar yaparak konferansıma devam etmek istiyorum.

Atatürk’ün az önce Nutku’ndan söz ettik.

Hiç kimse Mustafa Kemal Atatürk’ün alnına silah dayamadı.

Çık millete hesap ver, demedi.

Hiç bir yasal zorunluk yoktu.

Hatta ve hatta ona yapma! diyenler oldu.

Ama konuşmalarının hiçbir yerinde ister Nutuk’ta ister başka kitaplarında bunu kendisi de söyler, zaten Mustafa Kemal hiçbir yerde ben yaptım, ben başardım demez, benim eserim, ben ne önemli bir adamım, bakın bunu böyle ön gördüm demez "millet gerçekleştirdi, millet başardı, bu milletin eseridir" der.

Her şeyi millete mal eder.

Büyük devrimi bile Türk milletinin büyük bir eseri olarak görür.

Bu durum bile Mustafa Kemal Atatürk’ün ne kadar büyük bir demokratik eğilimde olduğunu bize gösteriyor.

Hiçbir yasal zorunluluk yokken günlerce uğraştı, belgeler topladı, bir takım yardımcılarını çalıştırdı, bazı belgelerin toplanması konusunda onlardan yardım rica etti ve çıktı, bazı arkadaşlarım bilmez ama, bilenlerin çok olduğundan tabi ki eminim, Cumhuriyet Halk Partisinin ikinci olağanüstü kurultayında 15 ila 20-21 Ekim 1927 tarihlerinde, günde altı saat konuşarak, son gün de altı buçuk saat konuştuğu için toplan otuz altı buçuk saat yaptığı uzun konuşmanın metnidir Nutuk.

Burada çok önemli bir nokta var ki iki kavramın öne çıktığını görüyoruz.

Bunlardan bir tanesi tam bağımsızlık öteki de ulusal egemenliktir.

Tam bağımsız olacaksa bu sözünü ettiğimiz, Türk ulusu onu kendi bağımsızlığını ortadan kaldıran etkenlere güçlere karşı büyük bir savaş içerisine girmeliydi.

Bir bağımsızlık savaşıdır bu, topyekûn bir savaş emperyalizme karşı.

Onun karşısında başarılı olma ihtimali var mı?

Belki de yok, ve belki o maddi güç her şeyi yok edecek, ama Atatürk’ün bir sözü çok meşhur General Harbord‘a karşı söylediği:

Generali Erzurum da ziyaret eder, Erzurum Kongresi’nin yapıldığı günlerde. “Ekselansları okudum çok önemli işler yapmışsınız devletler kurmuşsunuz ama bir de şimdiki halinize bakalım zaman zaman insanların intiharına şahit oluruz şimdi de bir milletin intiharına mı şahit olacağız” der.

Yani şunu demeye getiriyor adam:

- “Etrafına bir baksana”.

Atatürk'ün orada söylediği söz çok manidar, çok anlamlı:

- “Bu ulus ölecekse emperyalistlerin kirli ayakları altında değil, kendi öz evladının ellerinde ölmek ister.”

Bu bir Anadolu analizidir.

Anadolu geleneğidir bu ve Türk kültürünün çok önemli bir geleneğidir.

Büyüklerinizden duyarsınız:

İşte “ben öleceksem evlatlarımın kollarında öleyim, oğlumun, kızımın, her neyse.

O da öyle söylüyor.

Emperyalistlerin kirli ayakları altında ölecekse, bu millet onu yeğlemez, o kendi öz evladının kollarında ölmeyi yeğler, ama ben onu öldürmeyeceğim.

Onu yeniden birlik ve beraberlik için savaşa yönlendireceğim muhakkak olunca Ya İstiklal Ya Ölüm” der.

Bu parola öylesine kendi kendine ortaya çıkmış değil; çok büyük bir tarihsel anlamı var. Şimdi emperyalizme karşı tam bağımsızlık hareketinin başarıya ulaşabilmesi için, Osmanlıdan arta kalan Türklerin ulusal kimliğine kavuşması, o ulusal kimlik milli kimlik etrafında kenetlenmişse bir milli mücadeleye yönelmeleri kaçınılmaz.

Çünkü orada emperyalizme karşı hakları savunan bir kimlik ile durabilirsiniz, bu kadar açık.

O nedenle Atatürk'ün milliyetçilik anlayışı içinde öyle etnik bir takım mezhepsel ayrılıklar falan yoktur.

Türkiye Cumhuriyetini kuran Türk halkına Türk milleti denir.

İkinci önemli olgu Cumhuriyeti algılayabilmek.

Dönemin egemenlik erki ulusun olacak.

O zamana kadar egemenlik erki kimindi?

Osmanlı tarihine baktığınızda bu kavramlar ışığında irdelediğinizde, şunu çok net olarak görürsünüz; Osmanlıda egemenlik kişinin elindeydi ve babadan oğula geçer.

Sonra 1876-1908 yılları arasındaki anayasaları I. Meşrutiyet ve II. Meşrutiyet hareketleriyle anayasal düzene geçme çabaları var.

Şarta bağlanmış bir monarşi yeterli değil bu millet kesin egemenlik alacak diyor.

Öyle olacak ise egemenlik kavramı üç tane gücün bir araya gelmesiyle oluşuyor ve bunlar yasama, yürütme, yargıdır.

Yasaları yapma gücünü millet ancak kendi vekilleriyle yapabilir, ikinci olgu yürütme hükümetlerdedir milletten güç alarak yürütme ehlini yerine getirecek ve yargı yani mahkemeler genel ulustan aldığı güçle karar verecek.

Demek ki Mustafa Kemal Atatürk bunu bir güçle alacaktır, ulusa ön ayak olacak, ulusuna bunları anlatacak, ulus onun peşinden gidecek o zor zamanlarda.

Aynı zamanda büyük dönüşümlerinde olduğu ortamlardır.

Ve sonrasında o erk ulusa geçecek ve gerçekten de 23 Nisan 1923’de TBMM açıldığında meclisin arkasında milletvekillerinin aralarında şu ibareyi görürüz:

- “Hâkimiyet, yani egemenlik milletindir”.

Bu zaten bir Cumhuriyetin işlemeye başladığını gösterir.

Her şeye karşı millet egemen olmuştur ve o bütünüyle bu sözünü ettiğim güce dayanarak artık kendi ulusal bağımsızlığına yönelecektir.

Atatürk’ün 14 kitabından birinin adı "Medeni Bilgiler".

Mustafa Kemal Atatürk, 1930 yılında çok büyük bir ekonomik buhranı yaşamıştır ama vurgulayalım tarihin en büyük iflasları, intiharları o dönemde oluyor, dünyanın her tarafında Amerika da, Avrupa da, Türkiye içinde de yaşanıyor.

O zor koşullar altında yakın arkadaşı Ali Fethi Okyar ‘a bir siyasi parti kurdurarak Cumhuriyet Halk Fırkasının karşısında muhalefet yapmasını ister.

Fakat ekonomik bunalım ve halkın bilinç düzeyi halen o tarihlerde o kadar geridir ki, ekonomik bunalım o kadar yoğundur ki, Serbest Cumhuriyet Fırkası kendi kendine yok olur.

O zaman Mustafa Kemal Atatürk 1931 yılında bir kitap yazmıştır.

Bu kitaba bazı eklemeler yapıldı daha sonra ve Afet İnan tarafından yayına hazırlandı.

Ama asıl bizi ilgilendiren kısımlar bizzat Mustafa Kemal tarafından kaleme alınmış olup, Mustafa Kemal’in Cumhuriyeti bu kitapta ne kadar zorluklarla kurduğunu anlattıktan sonra şu cümleyi kullanıyor.

- “Demokrasi daima yükselen bir nehrandır” diyor, “demokrasi bir fazilet rejimidir çıkara dayalı bir mide rejimi değildir”.

Ve değerli arkadaşlarım burada sadece düşünmeniz için çarpıcı bir karşılaştırma yaparak konferansı bitirmek istiyorum.

Mustafa Kemal Atatürk’e ait bir demokrasi öğretimidir.

Bir kitap yazmıştır ve bu kitap ortak zorunlu ders kitabı olarak okutulmuştur.

Ama o tarihlerde dünyada aydınlanmayı yaşamış olan coğrafyada yaşayan Almanya, İspanya, İtalya, Fransa ve bu ülkelere baktığımız zaman neyi görüyoruz biliyor musunuz?

Faşizm ve Nazizm’in artık aydınlanma çağının üzerine bir çam gibi oturduğunu ve o dönemlerde kan içinde rejimler haline gelmeye çalışıldığını görüyorum.

Aydınlanma yaşamış olan bu toplumlar, bu canavarlara teslim olurken aydınlanmayı yaşayamamış bir topluma demokrasiyi getirmeye çalışıyorsunuz.

Yani Hitlerlerin, Mussolilerin Stannislerin ve başka bir takım diktatörlerin, kan içicilerin iş başına geldiği bir ortamda Mustafa Kemal Atatürk’ün, “tarihte demokrasi ruhuyla doğmuş insan Türk’tür”, düşüncesi ile ayrıca onuncu yıl Nutuk’unda: “Türklüğün unutulmuş medeni vasfı yeni bir güneş gibi doğacaktır”, diyerek milletine olan büyük güvenle kendi ülkesinde demokrasi denemeleri yapıyor.

Ulusuna demokrasi ilkelerini gösteriyor.

Bilmiyorum bu karşılıklı çelişkiyi ya da onun giriştiği işi görebiliyor muyuz?

Kuldan birey yaratacaksınız o birey yurttaş olacak yurttaşlar bir araya gelip ulusu oluşturacaklar.

O ulus, kendi egemenliğine sahip çıkacak; çünkü kendi özgür düşüncesini istediği gibi ifade edebilecek egemenliğine sahip çıkacak ve onu daha çağdaş bir demokrasi rejime götürecek ve bunun adı tam demokratik bir Türkiye Cumhuriyeti olacak.

Evet, Mustafa Kemal Atatürk, demokrasiyle bezenmiş bir Cumhuriyetten, ulus devletten yanadır.

Ulus ayrı milli ayrı bunları geçin ve bunlar ortak şeyler.

Milli devletten yanadır, iç politikanın da dış politikanın da dengeli olmasından yanadır. Dış politikanın, iç milli güçten uzaklaşmasının daima büyük hezeyanlara ve bir takım düş kırıklıklarına götüreceğini düşünür.

O nedenle de, “Yurtta barış, dünyada barış!” der.

Beni sabırla dinlediğiniz için hepinize teşekkür ederim.

     Prof. Dr. Kemal ARI - Dokuz Eylül Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü, İzmir

https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/417333


 

 


20 Ekim 2021 Çarşamba

Cumhuriyetin Ekonomi Zaferi

    Cumhuriyetin Ekonomi Zaferi

"Siyasi, askeri zaferler ne kadar büyük olursa olsunlar, ekonomik zaferlerle taçlandırılmazsa meydana gelen zaferler devamlı olmaz, az zamanda söner.” (Atatürk, 1923)

Ben bu yazıyı kaleme alırken 1 dolar 9.19 TL civarındaydı.

Üretimsizlik, her şeyin ithal edilmesi, zamlar, yükselen fiyatlar, biriken kredi borçları, artan enflasyon, kapanan iş yerleri, büyüyen işsizlik…

Türkiye Cumhuriyeti, çok ciddi ekonomik sorunlarla karşı karşıya…

Görülen o ki yeni ekonomik zaferlere ihtiyaç var.

Bunun için her şeyden önce Cumhuriyetin ilk ekonomi zaferini iyi bilmek gerekir.

OSMANLI'DAN KALAN EKONOMİK MİRAS Osmanlı'da 1915 Sanayi Sayımına göre 182'si işler durumda 282 sanayi kuruluşu vardı.

Bu kuruluşların yaklaşık % 85'i yabancıların ve azınlıkların elindeydi.

Osmanlı'dan Cumhuriyete; Bakırköy Bez Fabrikası, Feshane Yün-İplik Fabrikası, Beykoz Deri ve Kundura Fabrikası, Hereke İpek Dokuma Fabrikası dışında önemli bir sanayi kuruluşu kalmadı.

1923'te cumhuriyet ilan edilirken dokuma, şeker, çay, cam, porselen, çatal, bıçak, hatta buğday ve kiremit gibi temel tüketim mallarının tümü ithal ediliyordu.

1923'te Türkiye'nin ihracatı yaklaşık 85 milyon lira, ithalatı ise yaklaşık 145 milyon liraydı.

Osmanlı'dan Cumhuriyete geçilirken Misakı Milli sınırları içinde neredeyse tamamı Ankara'nın batısında, -3.756 kilometresi yabancı şirketlerden, 356 kilometresi Ruslardan- toplam 4.112 kilometre demiryolu kaldı.

Kabotaj hakkı olmadığından denizyolları ve limanlar yabancıların kontrolündeydi.

Ülkedeki madenlerin neredeyse tamamı yabancılar tarafından işletiliyordu. Büyük kentlerin dışında çok az yerde elektrik vardı.

Ülkede, Ziraat Bankası ve İtibarı Milli Bankası dışında güçlü bir milli banka yoktu.

1924'te Türkiye'de yabancı bankaların toplam mevduattaki payı % 78, özel Türk bankalarının %12, devlet bankalarının %10'du.1923'te cumhuriyet ilan edilirken ülke nüfusunun yüzde 85'i köylerde yaşayıp tarımla uğraşıyordu.

Tarım ilkel yöntemlerle yapılıyordu.

Ülkedeki 40 bin köyün 37 bininde ne yol, ne okul, ne dükkân vardı.

Ülkede sağlık altyapısı çok yetersizdi.

Doktor sayısı çok azdı.

Sonuç olarak Osmanlı'dan Cumhuriyete -ufak sanayi işletmeleri hariç- 4 fabrika, 85 milyon altın liraya yakın dış borç, yüzde 85'i köylerde yaşayan, % 70'i salgın hastalıklarla pençeleşen, % 10'u bile okur-yazar olmayan 13 milyon bir nüfus kaldı.

İzmir İktisat Kongresi'nden Dünya Ekonomik Buhranı'na Atatürk, 19 Ocak 1923'te, İzmit'te halka şöyle seslendi:

- “Memlekete bakınız! Baştan sona kadar harap olmuştur. Memleketin kuzeyden güneye kadar her noktasını gözlerinizle görünüz. Her taraf viranedir, baykuş yuvasıdır. Memlekette yol yok. Memlekette hiçbir uygar kurum yoktur… Halk çok yoksuldur, sefil ve çıplaktır.”

Ülkedeki bu yokluğun ve yoksulluğun nedeni ekonomik bağımlılıktı.

Lozan görüşmeleri devam ediyordu.

İngiltere ve Fransa, kapitülasyonların kaldırılmasına yanaşmıyordu.

Atatürk, İsmet Paşa'nın konferanstan ayrılıp geri dönmesini istedi.

İsmet Paşa yurda döndü. Lozan görüşmeleri kesintiye uğradı.

Atatürk, ekonomik bağımsızlığa kararlıydı.

Bu kararlılıkla İzmir İktisat Kongresi'ni topladı.

(17 Şubat -4 Mart 1923)1135 delegenin katıldığı kongrede 12 maddelik “Misakı İktisadi” kabul edildi.

Çiftçi, tüccar, sanayici, işçi gruplarınca toplam 288 maddeden oluşan kararlar alındı. 

Ekonomi Bakanı Mahmut Esat Bozkurt'un ifadesiyle ekonomide “Yeni Türkiye İktisat Okulu” adı verilen, Karma Ekonomi Modeline geçildi.

Kısa süre sonra Lozan görüşmeleri yeniden başladı.

24 Temmuz 1923'te Lozan Antlaşması imzalandı.

Lozan'da kapitülasyonlar kaldırıldı.

Ayrıca kabotaj hakkı ve 5 yıllık geçiş dönemi sonrası gümrükleri belirleme hakkı elde edildi. Ekonomik bağımsızlık sağlandı.

1924-1929 arasında İzmir İktisat Kongresi kararları doğrultusunda özel teşebbüsü destekleyen bir ekonomik program uygulandı.

Tarımda, ticarette, sanayide kalkınmaya yönelik öncü adımlar atıldı.

Atatürk, “Köylü milletin efendisidir” diyerek harekete geçti.

1925'te Aşar (Öşür)Vergisi kaldırıldı.

Köylüye, tohum, araç, gereç ve para yardımı yapıldı, fidan dağıtıldı.

Yurdun değişik yerlerinde “Tohum Islah İstasyonları” açıldı.

Ülke genelinde 572 tarım kredi kooperatifi kuruldu.

1933'te Ankara'da “Yüksek Ziraat Enstitüsü” kuruldu.

Bursa, Adana ve Ankara'daki 3 ziraat okulu iyileştirildi.

Değişik illerde 13 ziraat okulu daha açıldı.

Tarım öğrenimi için Avrupa'ya öğrenci gönderildi.

Hayvan hastalıklarıyla mücadele edildi.

Haralar, ağıllar, üretme ve yetiştirme çiftlikleri, devlet aygır depoları, damızlık yetiştirme merkezleri, serum ve aşı kurumları kuruldu, hayvan sergileri açıldı.

Atatürk, 1925'te AOÇ başta olmak üzere örnek çiftlikler kurdu.

1929'da “Topraksız Çiftçiye Toprak Verilmesi Hakkında Kanun” çıkarıldı; topraksız çiftçiye toprak dağıtımına başlandı.

Başarılı tarım politikaları sonunda 1923-1932 arasında tarımsal üretimde yüzde 58'lik bir artış sağlandı.

Tahıl yüzde 100, tütün yüzde 57, pamuk yüzde 67 arttı.

Sanayi için de önemli çalışmalar yapıldı.

Öncelikle gerekli finansman için milli bankalar kuruldu.

1924'te İş Bankası, 1925'te Sanayi ve Maadin Bankası, 1926'da Emlak ve Eytam Bankası, 1932'de Sanayi ve Kredi Bankası, 1933'te Halk Bankası, 1933'te Sümerbank, 1935'te Etibank, 1938'de Denizbank kuruldu.

Demiryolları, limanlar, tüneller, kömür vb. madenler, telefon, tramvay gibi işletmeler yabancılardan satın alınıp millileştirildi.

1923-1938 arasında 3.186 km. yeni demiryolu inşa edildi.

1926'da ispirto ve alkollü içkiler tekeli kuruldu.

1926'da “Alpullu Şeker Fabrikası” ve “Uşak Şeker Fabrikası” işletmeye açıldı.

1925'te havacılığı geliştirmek için “Türk Hava Kurumu” kuruldu.

1926'da Türk-Alman iş birliğiyle TOMTAŞ “Kayseri Uçak Fabrikası” kuruldu.

Uçak üretildi. 1926'da ekonomide danışma niteliğindeki “Yüksek İktisat Meclisi” kuruldu.

1927'de sanayicileri desteklemek için “Teşviki Sanayi Kanunu” çıkarıldı.

1927'de 17 milyon lira olan milli sanayi imalatı, 1933'te 137 milyon liraya çıktı.

Yerli malı kullanımı özendirildi, “yerli malı haftaları” düzenlendi.

Yerli ticaret ürünlerini tanıtmak için Ankara, İstanbul ve İzmir'de “yerli malı sergileri” açıldı.1926'da İstatistik Genel Müdürlüğü kuruldu.

1927'de nüfus, tarım ve sanayi sayımları yapıldı.

1929'da “Gümrük Tarife Kanunu” yürürlüğe girdi.

“Menkul Kıymetler ve Kambiyo Borsaları” kuruldu.

1930'da “Türk Parasını Koruma Kanunu” çıkarıldı.

Para politikalarını belirlemek için 1930'da Merkez Bankası kuruldu.

Bütün bunlara rağmen 1923-1929 arasında özel teşebbüsü destekleyen ekonomik politikadan istenilen sonuç alınamadı.

Bu sırada 1929'da Dünya Ekonomik Buhranı patlak verdi.

Dünya Ekonomik Buhranı ve Devletçi Kalkınma 1929'da ABD'de Wall Street Borsası çöktü.

Dünya Ekonomik Buhranı patlak verdi.

Dünyadaki hızlı fiyat düşüşleri Türkiye'de özellikle tarımsal üretimi baltaladı.

Örneğin, Türkiye'de buğday fiyatı 1927'de kilo başına 12 kuruştan 1932'de 3 kuruşa kadar geriledi.

Bunun üzerine Türkiye'de, 1930'da, “Karma Ekonomi”deki devlet-özel dengesi, devlet lehine değiştirildi.

Planlı Devletçilik” benimsendi.

Bu kapsamda, -Sovyet uzmanlardan da yararlanılarak- 1933'te Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı (BBYSP) hazırlandı.

Bu planı uygulama görevi 1933'te kurulan Sümerbank'a verildi.

Planın ilk fabrikalarını kurmak için Sovyetler Birliği'nden 8 milyon dolarlık (16 milyon TL) faizsiz ve mal karşılığı geri ödenecek bir kredi alındı.

BBYSP'ye göre toplam yatırımların yüzde 95'ini Sümerbank, yüzde 5'ini ise İş Bankası yapacaktı.

44 milyonluk yatırımın, 41.5 milyonunu Sümerbank, 2 milyon 400 bin liralık bölümünü ise İş Bankası karşılayacaktı.

Planda 44 milyonu bulan yatırımlar uygulamada 100 milyonu geçti.

BBYSP'de dokuma, kendir, kimya, toprak, demir, kâğıt, selüloz, kükürt ve süngercilik sanayiye öncelik verildi.  

BBYSP, Dünya Ekonomik Buhranı'na ve yaklaşan II. Dünya Savaşı'na rağmen başarıyla uygulandı.

Planlanan 20 fabrikadan 16'sı öngörüldüğü gibi 5 yıl içinde (1938'in sonunda) faaliyete geçirildi.

Kalan fabrikalar da 1940'larda işletmeye açıldı.

1933'te, kendisine devredilen 4 fabrika ile işe başlayan Sümerbank, 1950'de toplam 17 müesseseye ve bu müesseslere bağlı 35 fabrikaya sahipti.

Ayrıca 1933'te “Turhal Şeker Fabrikası” ile “Eskişehir Şeker Fabrikası”nın temeli atıldı.

Şeker, tekstil, çimento, demir-çelik vb. fabrikaların kurulmasıyla sanayide toplam üretim değerinde yüksek artışlar sağlandı.

Örneğin, 1932'de 137 milyon 932 bin olan üretim, 1939'da 331 milyon 287 bine yükseldi.

1935'te “Etibank” ve “Maden Teknik Arama Enstitüsü”nün kurulmasıyla maden üretiminde yüzde 100'ü geçen artışlar oldu.

Toplam maden üretimi, -1930'u 100 olarak alırsak- 1935'te 157'ye, 1940'da 232'ye yükseldi. 

Dokuma fabrikalarının kurulmasıyla 1929-1940 arasında pamuklu kumaş üretimi 7 kat arttı.

Yerli üretimin tüketimi karşılama oranları yünlü dokumada % 83, pamukluda % 43, kâğıt ve mukavvada % 32, cam eşyada % 63'e yükseldi.

Tarımsal üretimde de önemli artışlar oldu.

Buğday ithaline gerek kalmadı.

Çift hayvanlarının sayısı % 40 oranında arttı.

1930'larda İhracat-İthalat dengesi sağlandı; 1930-1938 arasında,1938 hariç, ihracat-ithalat bilançosu açık vermedi.

GSMH arttı.

1938'de kalkınma hızı % 14'e yükseldi.

1923-1939 arasında devlet bütçesi denk tutuldu.

Devalüasyona başvurulmadı.

Türk Lirası'nın değeri korundu.

1930'da bir dolar 2.12 lira, 1939'da bir dolar 1.28 liraydı.

Bu sürede hastalıklarla mücadele edilerek ve yaşam koşulları iyileştirilerek toplam nüfus 13 milyondan 17 milyona çıkarıldı.

1930'lu yıllarda Türkiye ekonomisi her bakımdan büyüdü.

1939'da Türkiye'nin hazinesinde 26 ton altın, 36 milyon dolar döviz toplandı.

Toplam tasarruf mevduatı 110.4 milyona, ticari mevduat 180 milyona, bütçe 303 milyona ulaştı.

Bu sırada Osmanlı borçları da ödendi.

Kemalist Ekonomi Modeli ve 4 Denge KuramıPeki, savaştan yeni çıkmış, sanayileşememiş, her bakımdan dışa bağımlı bir din-tarım toplumunda, 15 yıl gibi kısa sürede, bu ekonomik başarı nasıl sağlandı?

Şöyle!

Önce Lozan'da kapitülasyonlar kaldırılıp “ekonomik bağımsızlık” sağlandı.

Sonra sağlam bir ekonomi için (güvenlikten ulaştırmaya, eğitimden sağlığa, dış işlerinden sosyal güvenliğe) sağlam bir devlet aygıtı kuruldu.

Daha sonra özel-devlet dengesini esas alan “Karma Ekonomi Modeli” benimsendi.

Mümkün olduğunca az dış borçla, belli şartlarla yabancı sermayeye de açık olmakla birlikte daha çok öz kaynaklara dayanan üretim esaslı bir ekonomik yapı kurulmak istendi.

Bu sırada iç ve dış siyasi ve ekonomik gelişmeler de dikkate alındı.

1929 Dünya Ekonomik Buhranı'na karşı 1933'te planlı devletçi anlayışla Sümerbank Modeli geliştirildi. ,

Bu model, 1938'de İktisadi Devlet Teşekkülleri Modeline evrildi. Ülkede çok sayıda devlet fabrikası kuruldu.

Türkiye üreten bir ülke oldu.Prof. Mustafa Aysan'a göre “Kemalist Ekonomi Modeli” dört denge üzerine kuruluydu:

1. Bütçe dengesi,

2. Kaynak-harcama dengesi,

3. Dış ödemeler (ihracat-ithalat) dengesi,

4. Devlet-özel teşebbüs dengesi…

İşin sırrı ekonomik bağımsızlıkta ve bu 4 dengede gizlidir.

Cumhuriyeti kuranlar, 80-90 yıl önce “Karma Ekonomi”, “Planlı Devletçilik”, “Sümerbank” ve “İDT” modelleri ve “4 denge” ile ekonomik kalkınmayı başardılar.

Bu tecrübeden alınacak derslerle, çağın yeni ekonomik gerçeklerine uygun biçimde ülke potansiyellerini harekete geçirmek, yeniden üreten bir Türkiye yaratmak mümkündür.

Kaynakça  ............................................................

– Yahya S. Tezel, Cumhuriyet Döneminin İktisadi Tarihi (1923-1950), Ankara, 1986.– Mustafa A. Aysan,

“Atatürk’ün Ekonomik Kalkınma Modeli”,

Atatürkçülük, İkinci Kitap, İstanbul, 1988.– Şerafettin Turan, Türk Devrim Tarihi, (3.Kitap, Birinci Bölüm), Ankara, 2005.–

Stanford Shaw-Ezel Kural Shaw, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, 2. Cilt, İstanbul, 1983.–

Şevket Pamuk, Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, İstanbul, 2015.–

Sinan Meydan, Atatürk’ün Akıllı Projeleri, C.3,İstanbul, 2018.– Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam Mustafa Kemal, (1922-1938), C.3, İstanbul, 2007."

 

18.10.2021 Sinan Meydan

https://www.sozcu.com.tr/2021/yazarlar/sinan-meydan/cumhuriyetin-ekonomi-zaferi-6713132/


TÜRKÜM DİYENE

. NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE! Bu sözden neler anlamalıyız? "Ne mutlu Türk'üm diyene!" sözü, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu...