25 Şubat 2022 Cuma

Montreux Boğazlar Sözleşmesi

 Montreux (Montrö) Boğazlar Sözleşmesi

(22 Haziran-20 Temmuz 1936)

Hayatı boyunca Misak-ı Milli’nin hedeflerini gerçekleştirmek isteyen Atatürk, İkinci Dünya Savaşı öncesinde, Avrupa devletleri arasında meydana gelen gergin ortamdan istifade ederek Boğazlar konusunu 1933 yılından itibaren uluslararası platformlarda gündeme yeniden getirmeye başlamıştır.

Her ne kadar, Lozan Konferansı’nda tespit edilen Boğazlar Statüsü’nün yabancı gemilerin geçişiyle ilgili hükümleri Misak-ı Milli esaslarına uygun olsa da (Madde 4), sonuçta Boğazlar’ın silahsızlandırılması ve yabancı devletlere ait savaş gemilerinin ve askeri uçaklarının Boğazlar’dan serbest geçişle ilgili ilkelere uyup uymadıklarının denetlenmesiyle görevli olan Boğazlar Komisyonu, Lozan Boğazlar Sözleşmesi’nin Türkiye’nin egemenlik haklarını kısıtlayıcı hükümlerinden birisiydi.

Bu çerçevede Boğazlar’ın silahtan arındırılması, yani silahsızlandırılması Türkiye’nin güvenliği açısından sakıncalar doğuruyordu.

Bu bölgenin güvenliği Milletler Cemiyeti’nin güvencesi altındaydı.

Ancak, zamanla Cemiyet’in güvencesinin pek etkili olmadığı görülmeye başlanmıştır. Nitekim Boğazlar üzerindeki egemenliğinin sınırlandırılması demek olan bu hükümleri istemeyerek kabul eden Türkiye, bir süre sonra kolektif güvenlik alanında Milletler Cemiyeti’nin etkili bir rol oynayamadığını ve silahsızlanma hususunda da bir gelişmenin olmadığını Japonya’nın Mançurya’ya saldırması ve silahsızlanma çabalarında net olarak görecektir.

Bunların dışında, İtalya’nın 12 Ada’yı askeri tahkime başlaması, Hitler ve Mussolini’nin Doğu Avrupa, Balkanlar ve Akdeniz bölgelerini yekdiğerinin nüfuz sahası olarak kabul etmeleri, “hangi ulusa ait olduğu belirlenemeyen” denizaltıların Türk karasularında gemi batırmaları üzerine hükümet Boğazlar’a ait egemenlik haklarını tekrardan gündeme taşıyacaktır.

Türkiye bu husustaki isteğini ilk defa 1933’te Londra’daki Silahsızlanma Konferansı’nda dile getirmeye başlamış, Boğazlar’a ait demilitarizasyon hükümlerini kaldırmak için teşebbüse geçmiştir.

Türkiye’nin bu kapsamda 17 Nisan 1935 tarihinde Milletler Cemiyeti’ne yaptığı ilk müracaatta söz alan Türk Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, Boğazların silahsızlandırılmış olması konusunu ele alarak, bu meselenin Türkiye’nin güvenliği ile yakından ilgili bulunduğunu, Boğazlar’ın askerlikten tecridi ile gerçekte Türkiye’nin savunmasının zayıflatılmış olduğunu ve bu sebeple bu hükümlerin kaldırılmasını istemiştir.

Türkiye’nin bu talebi İngiltere, Fransa ve İtalya tarafından benimsenmezken, Rusya destek vermiştir.

Türkiye Boğazlar konusundaki bu isteğini, mayıs ayında Balkan Antantı Konseyi’nin Bükreş toplantısında, Milletler Cemiyeti Asamblesi’nin eylül ayındaki toplantısında ve nihayet, İtalya’nın Habeşistan’a saldırması dolayısıyla bu devlete uygulanacak zorlama tedbirleri konuşulurken yine Milletler Cemiyeti’nin kasım toplantısında tekrar söz konusu etti.

Bu şekilde olumlu bir diplomatik atmosfer yaratmaya muvaffak olan Ankara, İtalya’nın Habeşistan’ı işgali ve bu arada Almanya’nın da Versay’a aykırı olarak Ren Bölgesi’ni militarize etmesi üzerine, 10 Nisan 1936’da Boğazlar Sözleşmesi’ni imzalamış olan devletlere bir nota verdi. 

Söz konusu notada Türkiye, Avrupa’daki buhranların 1923 Boğazlar Sözleşmesi’yle Boğazlar’ın güvenliği için verilmiş olan kolektif garantiyi artık işlemez hale getirdiğini belirterek, kendi güvenliği, savunması ve egemenlik haklarının korunması bakımından bu statünün değiştirilerek, Boğazlar’ın askerileştirilmesini istedi.

Türkiye’nin bu talebine ilk olumlu cevap İngiltere’den geldi. İngiltere’yi Sovyet Rusya, Fransa ve diğer devletler takip etti.

1936 ile beraber büyük devletlerin tutumlarında değişiklikler ortaya çıkmaya ve Türkiye’nin talebi destek bulmaya başladı.

İngiltere Türkiye’ye karşı politikasını değiştirmiş ve bu devleti kendisine bağlamak istiyordu. Akdeniz’de kuvvetli bir Türkiye İngiltere için değerli bir dost olacaktı.

İngilizler bu sayede Türkiye’yi, Sovyetler Birliği’nden ziyade kendilerine daha yakın hâle getireceklerdi. Sonraki olaylar bu ümitlerin boş olmadığını gösterecektir.

Sovyetler Birliği ise, Türkiye’nin görüşünü desteklediği takdirde, Boğazlar rejiminde kendi lehine de değişiklikler yapılabileceği görüşündeydi.

Zaten Sovyetler, Lozan Boğazlar Sözleşmesi’nin hükümlerinden memnun olmaması nedeniyle, bu sözleşmeyi de onaylamamıştı.

Bu nedenle, Türkiye’nin önerisini desteklemiş ve hatta bu talebi Türkiye’nin toprak bütünlüğüne bir saygı olarak değerlendirmekteydi.

Balkan Antantı üyeleri de, en başından itibaren Türkiye’ye destek vermekteydiler. Avrupa’daki status quo’ya en fazla bağlı olan Fransa, Fransız-Rus yakınlaşması nedeniyle, Türkiye’nin önerisini olumlu karşılamıştır.

Romanya, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra yapılan antlaşmaların değiştirilmesine karşı bir politika izlemekteydi. Bulgaristan ise, Türkiye’nin Boğazlar üzerinde mutlak egemen olmasına karşıydı.

Ancak, Boğazlar rejiminde yapılacak değişikliklerin, Neuilly Antlaşması’nın da değiştirilmesine yol açabileceği görüşündeydi.

Bu nedenle Türkiye’nin önerisine olumlu yanıt vermişti.

Bu kapsamda 1923 Boğazlar Sözleşmesi’ni değiştirecek Konferans, 22 Haziran 1936’da İsviçre’de Montreux’de toplanmış ve Montreux Sözleşmesi adını alan yeni Boğazlar Sözleşmesi 20 Temmuz 1936’da imzalanmıştır.

Türkiye Cumhuriyetinin egemenlik hakları alanındaki eksikliği tamamlayan söz konusu Sözleşme, beş kısım (ticaret gemileri, harp gemileri, uçaklar, genel hükümler ve nihaî hükümler) ve dört eke ayrılmış olup, 29 maddeden, ibarettir.

İstanbul ve Çanakkale Boğazları’ndan serbest geçişi sağlayan ve denetimi tümüyle Türkiye’ye bırakan Montrö Sözleşmesi’nin asıl amacı kıyı devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenlik haklarını saklı tutmakla beraber uluslararası deniz ticaretinin gereklerini ve yararlarını bu haklarla bağdaştırmaktır.

Yani Montrö ile Boğazlar’dan yeni bir geçiş rejimi kabul edilmiş, bu yeni rejimin uygulanması ve denetimi sorumluluğu Türkiye’ye verilmiştir.

..

https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/montreux-montro-bogazlar-sozlesmesi-22-haziran-20-temmuz-1936/


 

ATATÜRKÇÜLÜK DİYE BİR ŞEY YOK MU

 ATATÜRKÇÜLÜK DİYE BİR ŞEY YOK MU?

Kimileri ısrarla, Atatürk'ün ortaya koyduğu uygulamaların çok özgün şeyler olmadığını ileri sürüyorlar.

Örneğin bu eğer devrimse, bunun az gelişmiş bir ülkeye özgü milliyetçi refleks olduğunu anlatmaya çalışıyorlar.

Ulusal mücadele deyiminin dünyada ilk olmadığını anlatma gereği duyuyorlar.

Ya da Halkçılığın Marksizm'in Doğu Avrupa'ya uyarlanmış bir özelliği olduğunu; devletçiliğin de keza gene Marx ve Engels'in görüşlerine dayandıklarını anlatmaya çalışıyorlar.

Kimilerine göre ise Türk Devrimi diye bir şey hiç olmamıştır..

Hatta Türkiye'de verilen Milli Mücadele, Osmanlı Hanedanının bir başarısıdır diyenler bile var.

Bütün bunların hiç bir kıymet-i harbiyesi yok.

Birisini ele alalım:

. Türk Devrimi'nin özü olan Atatürkçü Düşünce'nin kendine özgü yanları olmadığı savına...

Atatürkçülük/ Kemalizm, her şeyden önce bir reçetedir.

Geri kalmış ve ancak bir ulusal savaşla kendi öz devletini kurabilmiş Osmanlıdan artakalan Türkler'in çağdaşlaşmasını öngören ve bunun için de gelişmenin yollarını, yöntemlerini ve ilkelerini ortaya koyan bir dizgeler bütünüdür.

Türkiye'ye ve Türkiye'nin yazgısını paylaşan öteki uluslara; "Bak, ancak böyle emperyalizmin karşısında yok olmaktan kurtulursun!" diyen bir ses ve özdür.

Tersini düşünelim:

Bu yola gitmeden Türkler ya da onların yazgısını paylaşan geri kalmış toplumlar, emperyalizmin dayattığı tutsaklık zincirinden nasıl çıkabilirdi?

Kapitalizmle mi?

Emperyalizmi yaratan en temel dürtü, zaten vahşi kapitalizmin özünde var olan aşırı para kazanma hırsı ve ırkçılık değil mi?

Zaten kendi varlıklarını yok etmeye çalışan bir anlayışa yönelmeleri beklenebilir miydi Türkler'in?

Hayır...

Geriye ne kalıyor?

. Marksizm ve Kolektivizm?_

İyi ama bunun da açıkça insanın özgürlüğüne vurulmuş bir tutsaklık zinciri olduğunu açıkça söylüyor Atatürk...

Onu insan onuru ve haysiyetiyle yakıştırmıyor.

Yapay bir cennet vadeden bu düşüncenin, ileri düzeyde insanın kendi özünü yok edecek bir işleyişi olduğunu da söylüyor.

Zaten Marksizm yayıldığı geniş alanda, Stalin'le birlikte Sovyet emperyalizminin yayılmasından başka ne işe yaradı?

Ne kalıyor o halde geriye?

Türkler'in geri kalmışlığını çözecek, ona yol gösterecek bir arayış.

Pekala sorun temelde neydi?

. Niçin Türkler emperyalizmin saldırılarının hedefi olmuştu?

Çünkü "Aydınlanma"yı yaşayamamışlar, "Sanayi Devrimi"ni gerçekleştirememiş ve var olan güçlerini koruyamamışlardı.

Eski yöntemlerle, eski gücü yeniden yakalama olanağı da kalmamıştı.

Dünya değişmişti çünkü.

O zaman "aydın bireyler ve toplum" yaratarak, çağdaş dünyada ayakta kalınabilirdi.

Hedef, çağdaşlaşmaktı yani.

Elbette insanlık tarihinin ortaya koyduğu birikimden yararlanmıştır Atatürk.

Bunu kimse inkar etmiyor.

Ancak:

"Akıl"" demiştir.

"Bilim" demiştir.

"Tam bağımsızlık", demiştir.

"Laiklik olmadan akıl ve bilim olmaz; akıl ve bilim olmadan da modern dünyaya ulaşmak olamaz", demiştir.

Arkadaş, senin kaynakların belli; gelişmişlik düzeyin belli, cehalet nasıl seni sarmış; bundan ancak eski kafayı bırakarak, aklı ve bilimi rehber alarak kurtulabilirsin demiştir.

Ülkesine göz koyanların karşısına dimdik çıkabilmektir Atatürkçülük; onurlu Türk varlığını ezdirmemek, tek bir Türk çocuğunu tarihin büyük bir armağanı olarak görüp, ona çağın en ileri eğitim olanakları sunabilmenin adıdır.

-"Güçlenmeden, seni ezmek ve yok etmek isteyenlere nasıl karşı koyabilirsin ki?" demiştir.

İşte bunların toplamına biz, Atatürkçülük diyoruz.

İyi düşünün:

- Ne zaman Atatürkçü düşünceden ve onun temel felsefesinden uzaklaşıyorsak büyük sorunlar yaşıyoruz.

Birlik ve bütünlüğün adıdır Atatürkçülük.

Bugün hala İslam toplumlarının sorunları tam da bu noktada düğümlenmiyor mu?

.  Prof. Dr. Kemal Arı

.     25.02.2022 Prof. Dr. Kemal Arı

13 Şubat 2022 Pazar

Atatürk Gibi Olmak

 Atatürk Gibi Olmak

ATATÜRK, ATATÜRK, ATATÜRK

- Yani Atatürk Gibi Olmak... Çare budur -

Bu aynı zamanda şu demek:

Akıl, bilim ve çağdaşlık...

İşte akılı, bilimci ve çağdaş olmanın adı Atatürk'tür.

Buna "-çülük"eklemeye bile gerek yok:

Bunun tam karşılığı Atatürk gibi olmaktır.

Hatta Atatürk olmak...

Her Türk çocuğu bir Atatürk olmak görev ve sorumluluğuyla yetiştirilmelidir.

Elbette Atatürk gibi olmak; tam bağımsızlıkçı, milli ve antiemperyalist de olmayı gerektirir.

Doğrudan, güzelden, aydınlıktan yana olmaktır Atatürk...

Kardeşim, artık şunu kafana çak:

Bu topraklarda rahat, huzur görmek; barış içinde, onurlu ve alnın açık bir biçimde yaşamak istiyorsan:

1-Akılcı olacaksın

2-Bilimsellikten ayrılmayacaksın.

Bu zaten senin laik olmanı zorunlu kılan bir gerekliliktir.

3-Antiemperyalist olacaksın.

Zorbanın yanında durmak zaten bizim kültürümüze ters...

Mazlumun ahını almayacaksın.

4-Tam bağımsızlıkçı olacaksın.

Bağımsızlığını sen düşünmezsen, şundan zinhar emin ol ki, başkaları asla düşünmez.

5- Yurtta ve dünyada barışı savunacaksın.

6-Milli-Ulusalcı olacaksın ve Türk Kimliğini yitirmeyeceksin.

7-Ezenin yanında olmayacaksın; ezilene elbette destek vereceksin, ama hak ve evrensel hukuka bağlı kalarak.

Öyle gelişigüzel maceralar peşinde koşturmayacaksın ulusu...

8-Milli üretime önem vereceksin.

Üretmeden tüketmek, akıl işi mi?

İşte seni borca boğarlar, bir batağa saplanırsın; sonra da işin ucunu toparlayamayınca, milli duruşundan tavizler isterler.

Bu oyuna düşmeyeceksin.

9-Eğitime önem vereceksin. laik, ulusal ve çağdaş eğitime...

Çağın gereklerinden kopuk bir eğitim anlayışı ve dayatmasıyla milletin başını ütülemeyeceksin.

Bugün bu sana siyasal rant getiriyor gibi görünebilir ama, ulusun geleceğini kararttığının ayırdında olacaksın.

10-Temel evrensel değerlerden kopup, kabile kültürünün dayatmalarına sıkıştırmayacaksın ulusu.

Hakkı üstün tutacak, hukukun yanında yer alacaksın.

Haktan uzaklaşırsan, mülkten koparsın; bunu kafana çakacaksın.

Bunları yaptığında da sen Atatürk'sün.

Ve her Türk'ün bir Atatürk olma zorunluluğu var.

Yani Atatürk Gibi Olmak...

Çare budur...

Bunu görecek; bu kimlikle gurur duyacak ve onun gösterdiği hedeften şaşmayacaksın.

Bize ne elin Arabından, şunundan, bunundan; önce kendi ayaklarımız üzerinde dik durmayı öğreneceğiz.

Katar'dan gelecek ya da gelmeyecek mali desteğe ulusun varlığını nasıl teslim ederiz?

Ulus, ulusal güçleriyle ayakta kalır.

Bize ne elin ABD'sinden, AB'sinden, şunundan bunundan.

Ben onlara muhtaç olmamalıyım; tam tersine onlar beni yitirdiğinde çok şey yitireceği noktada olmalılar.

Böyle kuracaksın dengeyi.

O nedenle diyorum ki:

Atatürk, Atatürk, Atatürk...

Yani akıl, bilim ve çağdaşlık...

Bunlardan uzak kaldığında bil ki dumanlı havadasın ve kurtlar da çok bu dünyada.

Kemal Arı

(FB) 11.02.2022


6 Şubat 2022 Pazar

ATATÜRK’ÜN BALIKESİR HUTBESİ

 ATATÜRK’ÜN BALIKESİR HUTBESİ

07.02.1923

K. Atatürk, 6 Şubat 1923'te İzmir'den trenle Balıkesir’e gelir. Mustafa Kemal Paşa'nın beraberinde eşi ve Kâzım Karabekir Paşa ile diğer komutanlar bulunuyordu.

Milli Kuvvetler Caddesi üzerine serilen halılar ve devasa taklarla süslenen cadde boyunca halkı selamlayarak Belediye binasına gitti ve burada yapılan geçit törenini izledi.

Balıkesir Gazi Mustafa Kemal Paşayı büyük bir sevgi ve coşku ile kucakladı.

Paşa geceyi Sacitzade Mahmut Bey'in evinde geçirdi.

K. Atatürk sürekli Anadolu'yu dolaşarak, halkının yanında olmuş, sorunlarını dinlemiş, Cumhuriyet’in kurulmasına yardımcı oldukları gibi korumalarını da istemiştir.

Nitekim 7 Şubat 1923 tarihinde, Çarşamba günü öğleyin Zağanos Paşa Camii'nde minbere çıkarak yaptığı konuşmada da bu konulara değinmişti.

"Balıkesir Hutbesi" diye anılan bu konuşmasında kurulacak yeni devletin temel esasları ile devrimler ve cumhuriyete ışık tutan mesajlar verdi.

K. Atatürk'ün 7 Şubat 1923 tarihinde Çarşamba günü Balıkesir Zağanos Paşa Camii'nde yaptığı konuşma:

 "Ey Millet, Allah birdir.

Şanı büyüktür.

Allah'ın esenliği, sevgisi ve iyiliği üzerinize olsun.

Peygamberimiz efendimiz hazretleri, Cenabı Hak tarafından insanlara dini gerçekleri duyurmaya memur ve elçi seçilmiştir.

Temel kanunu, hepimizce bilinmektedir ki, yüce Kuran’daki manası açık olan ayetlerdir.

İnsanlara feyiz ruhu vermiş olan dinimiz, son dindir.

En mükemmel dindir.

Çünkü dinimiz akla, mantığa, gerçeğe tamamen uyuyor ve uygun düşüyor.

Eğer akla, mantığa ve gerçeğe uymamış olsaydı, bununla diğer ilahi tabiat kanunları arasında çelişki olması gerekirdi. Çünkü tüm evren kanunlarını yapan Cenabı Hak'tır.

Arkadaşlar; Cenabı Peygamber çalışmasında iki yere, iki eve sahip bulunuyordu. Biri kendi evi, diğeri Allah'ın evi idi.

Millet işlerini Allah'ın evinde yapardı.

Hazreti Peygamber'in mübarek yolunda bulunduğumuz bu dakikada milletimize; milletimizin bugününe ve geleceğine ait hususları görüşmek maksadıyla bu kutsal yerde Allah'ın huzurunda bulunuyoruz.

Beni buna eriştiren Balıkesir'in dindar ve kahraman insanlarıdır.

Bundan dolayı çok memnunum.

Bu fırsat ile büyük bir sevap kazanacağımı ümit ediyorum.

Efendiler; Camiler birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır.

Camiler itaat ve ibadet ile beraber din ve dünya için neler yapılmasının gerekli olduğunu düşünmek yani konuşup tartışmak, danışmak için yapılmıştır.

Millet işlerinde her kişinin zihnini ayrı ayrı faaliyette bulunması zorunludur.

İşte biz de burada din ve dünya için, geleceğimiz ve bağımsızlığımız için, özellikle egemenliğimiz için neler düşündüğümüzü meydana koyalım.

Ben yalnız kendi düşüncemi söylemek istemiyorum.

Hepinizin düşündüklerinizi anlamak istiyorum.

Milli amaçlar, milli irade yalnız bir kişinin düşünmesinden değil, milletin bütün kişilerinin arzularının, emellerinin sonuçlarından ibarettir.

Bundan dolayı benden ne öğrenmek, ne sormak istiyorsanız serbestçe sormanızı rica ederim.

Hutbeler hakkında sorulan sorudan anlıyorum ki, bugünkü hutbelerin şekli, milletimizin duygusal fikirleri ve lisanı ile medeni ihtiyaçlarıyla uygun görülmektedir.

Efendiler, hutbe demek topluma hitap etmek, yani söz söylemek demektir.

Hutbenin manası budur.

Hutbe denildiği zaman bundan birtakım kavram ve manalar çıkarılmamalıdır.

Hutbeyi söyleyen hatiptir.

Yani söz söyleyen demektir.

Biliyoruz ki, Hazreti Peygamber'in hayatta olduğu mutlu dönemlerde hutbeyi kendisi söylerdi.

Gerek Peygamber Efendimiz ve gerek, dört halifenin hutbelerini okuyacak olursanız görürsünüz ki, gerek Peygamberin, gerek dört halifenin söylediği şeyler o günün sorunlarıdır, o günün askeri, idari, mali ve siyasi, sosyal konularıdır.

İslam toplumunun çoğalması ve İslam ülkeleri gerilemeye başlayınca, Cenabı Peygamber'in ve dört halifenin hutbeyi her yerde bizzat kendilerinin söylemelerine imkân kalmadığından halka söylemek istedikleri şeyleri bildirmeye birtakım kişileri memur etmişlerdir. Bunlar herhalde en büyük ve ileri gelen kişiler idi.

Onlar camilerde ve meydanlarda ortaya çıkar, halkı aydınlatmak ve doğru yolu göstermek için bir şart lâzımdı.

O da milletin lideri olan kişinin halka doğruyu söylemesi, halkı dinlemesi ve halkı aldatmaması! Halkı genel durumdan haberdar etmek son derece önemlidir.

Çünkü her şey açık söylendiği zaman halkın beyni faaliyet halinde bulunacak iyi şeyleri yapacak ve milletin zararına olan şeyleri reddederek şunun veya bunun arkasından gitmeyecektir.

Ancak millete ait olan işleri milletten gizli yaptılar. Hutbelerin halkın anlayamayacağı bir lisanda olması ve onların da bugünün gereklerine ve ihtiyaçlarımıza temas etmemesi, Halife ve Padişah sıfatını taşıyan despotların arkasından köle gibi gitmeye mecbur etmek içindi.

Hutbeden amaç halkın aydınlatılması ve ona yol gösterilmesidir, başka şey değildir.

Yüz, iki yüz, hatta bin yıl önceki hutbeleri okumak, insanları cahillik ve çağın gerisinde bırakmak demektir.

Hatiplerin normal olarak halkın günlük kullandığı dil ile konuşmaları gereklidir.

Geçen yıl Millet Meclisi'nde söylediğim bir nutukta demiştim ki "Minberler halkın akılları, vicdanları için bir ilim irfan kaynağı, ışık kaynağı olmuştur."

Böyle olabilmek için minberlerde söylenecek sözlerin bilinmesi ve anlaşılması, ilim ve fen gerçeklerine uygun olması lazımdır.

Hutbeyi verenlerin siyasi olayları, sosyal ve medeni olayları her gün izlemeleri zorunludur.

Bunlar bilinmediği takdirde halka yanlış aşılamalar yapılmış olur.

Bu nedenle, hutbeler tamamen Türkçe ve günün gereklerine uygun olmalıdır.

Ve olacaktır."

 Ondan sonra hilâfet hakkındaki soruya değinerek yalnız Türkiye değil, bütün İslâm âlemine ait olan bu makama görev ve yetki vermek, Türkiye devletinin yetkisi dışında ve üstünde olduğunu belirttikten sonra demişlerdir ki:

 "Dünya yüzünde Osmanlı Devleti’nin yok olmasından sonra bir Türkiye Devleti kurulmuştur.

Bu devlet İran ve Afganistan gibi bağımsız ve Müslümandır.

Yeni Türkiye devletini milletin vekillerinden oluşmuş olan Türkiye Büyük Millet Meclisi idare eder.

Bu şartlar içerisinde halifeye, yalnız Türkiye devleti adına ve hesabına özel kanun ile verilmiş olduğundan başka, bir hak ve yetki verilmek gerekirse milletin hâkimiyeti sınırlandırılmış ve sonuç olarak bu hâkimiyet parçalamış olur ki, bu eski durumun geri gelmesinden başka bir şey olamaz."

 Ardından Lozan konferansı hakkında sorulan soruya geçerek şu sözleri söylemiştir:

 "Yazık ki adlî, malî, kapitülasyonlar meselelerinde karşımızdakiler eski anlayışlarını değiştirmemişlerdir.

Bu meselelerde İtalyanlar ve özellikle Fransızlar zorluklar çıkarmışlardır.

Bu iki nedenden dolayı Lozan konferansının ciddi çalışması durmuştur.

İtilâf Devletleri delegeler heyeti hükümetleriyle görüşmeler yapmak üzere Lozan’dan ayrılmışlardır.

Bizim delegeler heyetimizin de hükümet ve Büyük Millet Meclisi ile danışmada bulunmak üzere gelmesi ümit edilir.

Biliyorsunuz ki Lozan’da İtilâf delegeler heyeti aylardan beri devam eden çalışmadan sonra bize bir barış projesi vermişlerdir.

Bu proje kapitülasyonlar hakkında içerdiği maddelerden dolayı milletimizce kesinlikle kabul edilebilir değildir.

Kapitülasyonlar bir devleti mutlaka bitirir.

Osmanlı Devleti ile Hindistan Türk ve İslâm imparatorlukları bunun en büyük delilidir.

Efendiler, biz kanunî yaşama haklarımızı medeniyet ve insanlık dünyasına tasdik ve teslim ettirmek için çalışıyoruz.

Bunu tasdik ve teslim ettirmek için gereken her türlü önlemlere yönelmekte kararsızlık göstermeyeceğiz.

Milletin gerçek iradesinin bu merkezde olduğuna inanmışım."

 Ondan sonra genel borçların Türkiye’den ayrılacak yerlere ayrıldıktan sonra tanınacağından ve rejimin şu veya bu şekilde olmasının her zaman konuşulabilir olduğundan, ticarete, ziraata ve sanayiye son derece önem verilmek gerektiğinden, kadınların sosyal yaşantımızda erkekler derecesinde hak sahibi olması gerektiğinden söz etmişler ve Halk Fırkası hakkındaki soruya aşağıda olduğu gibi cevap vermişlerdir:

 "Bu milletin siyasal partilerden çok canı yanmıştır.

Şunu arz edeyim ki, diğer memleketlerde partiler mutlaka iktisadi amaçlar üzerine kurulmuş ve kurulmaktadır.

Çünkü o memleketlerde çeşitli sınıflar vardır.

Bir sınıfın çıkarlarını korumak için oluşan siyasî bir partiye karşı diğer bir sınıfın çıkarlarını koruma amacıyla bir parti oluşur.

Bu çok doğaldır.

Güya bizim memleketimizde de ayrı ayrı sınıflar varmış gibi oluşan siyasî partiler yüzünden şahit olduğumuz sonuçlar bilinmektedir.

Hâlbuki Halk Fırkası dediğimiz zaman bunun içinde bir kısım değil, bütün millet girmektedir.

Bir defa halkımızı gözden geçirelim.

Biliyorsunuz ki, memleketimiz çiftçi memleketidir.

O halde milletimizin büyük çoğunluğu çiftçi ve çobandır.

Bu böyle olunca buna karşı büyük arazi ve çiftlik sahipleri hatıra gelir.

Bizde büyük araziye kaç kişi sahiptir?

Bu arazinin miktarı nedir?

Araştırılırsa görülür ki, memleketimizin genişliğine bakarak hiç kimsenin büyük arazisi yoktur.

Bundan dolayı bu arazi sahipleri de korunacak insanlardır.

Sonra sanat sahipleriyle kasabalarda ticaret yapan küçük tüccarlar gelir.

Doğal olarak bunların çıkarlarını bugününü ve geleceklerini sağlamak ve korumak zorundayız.

Çiftçilerin karşısında olduğunu var saydığımız büyük arazi sahipleri gibi bu ticaret sahiplerinin karşısında da büyük sermaye sahibi insanlar yoktur.

Kaç milyonerimiz var?

Hiç.

Bundan dolayı biraz parası olanlara da düşman olacak değiliz.

Tersine memleketimizde birçok milyonerlerin hatta milyarderlerin yetişmesine çalışacağız.

Sonra işçi gelir.

Bugün memleketimizde fabrika, imalâthane ve benzeri kurumlar çok sınırlıdır.

Var olan işçimizin miktarı yirmi bini geçmez.

Hâlbuki memleketi yükseltmek için çok fabrikalara gerek vardır.

Bunun için de işçi lâzımdır.

Bundan dolayı tarlada çalışan çiftçilerden farkı olmayan işçiyi de korumak gerekir.

Bundan sonra aydınlar ve âlimler denilen kişiler gelir.

Bu aydınlar ve âlimler kendi kendilerine toplanıp halka düşman olabilir mi?

Bunlara düşen görev halkın içine girerek onları uyarmak ve yükseltmek ve onlara gelişme ve medenileşmede önder olmaktır.

İşte ben milletimizi böyle görüyorum.

Bundan dolayı çeşitli meslek sahiplerinin çıkarları birbiriyle iç içe olduğundan, onları sınıflara ayırmak imkânı yoktur ve geneli halktan oluşmaktadır."

Halk Fırkası halkımıza siyasî terbiye vermek için bir mektep olacaktır.

Beni çok seven ve hayatımı düşünen bazı arkadaşlarım bana böyle bir siyasî parti kurmamaklığımı önermişlerdir.

Gerçekten millî görevin bitiminde köşeye çekilerek dinlenmek benim için bir yarardır.

Bunu yapabilmek için şimdiye kadar elde edilen sonuçların belirlendiği gibi devam edeceğine güvenmek gerekir.

Fakat bu konuda henüz endişelerim var.

Hiçbirinizin endişesiz olmamanızı öneririm.

Şimdiye kadar elde ettiğimiz başarılar üç dört seneye çıkmayacak kadar çoktur.

Her tarafta olduğu gibi bizde de yeni hareketler ve akımlar karşısında onu içine sindiremeyen kuvvetler oluşabilir.

Yazık ki bu daima vardır.

Nitekim bu konuda şeriat hükümlerine uygun olmayan ve yazık ki mecliste üye bulunan bir kişi tarafından risale de yazılmıştır.

Bu girişim eski Osmanlı devletini geri getirmekten başka bir şey değildir.

Bunu yapan o kişi hükümet ve millete göre gericidir.

Efendiler, şunu kesinlikle bilmek gerekir ki, kazanılan şey hayat ve namustur.

Buna tecavüz, hayat ve namusumuza tecavüzdür.

Her bireyin bu gibi hareketlere dikkat etmesi ve onlara karşı son derece uyanık bulunması gerekir.

İşte bu bakış açısından milletin içinde biri olarak ve tekrar millet tarafından seçilir isem, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde üye sıfatıyla çalışmayı görev kabul ediyorum.

Efendiler, ne ben ve ne siz şahıslarımız üzerinde durumlar meydana getirmeye kalkışmayalım.

Biz hepimiz o şekilde çalışalım ki, kuracağımız şey millî bir kuruluş olsun.

Bu da millete siyasi terbiye vermekle olur.

Yüzyılın bize verdiği dersten milletimizin gerektiği kadar uyanmış olduğunu görüyorum.

Milletimizin özel nitelikleri her işimizde başarımızın kefilidir.

Başarımız tabii olarak birlikle olacaktır.

Eğer millet ortak amaca ortaklaşa çalışma yaparak yürürse, mutlaka başarılı olacaktır.

İşte bunları düşünerek gelecek çalışmada da başarılı olacağına inanmış bulunuyorum."

 Sayın Paşa sohbetlerine şu şekilde son vermişlerdir:

 Arkadaşlar, buraya gelinceye kadar birçok yerlere uğradım.

O yerlerin halkıyla yani kardeşleriniz, dindaşlarınız ve hem dertlerinizle aynı şekilde sohbetlerde bulundum ve onların da sizin gibi memleketin bugünü ve geleceğiyle son derece ilgili olduklarını gördüm.

Sonra yine bu seyahatim sırasında ordumuzu gördüm.

Askerler, subaylarımız ve komutanlarımızla görüşmeler yaptım.

Araştırma ve denetlemelerimin sonucu bize gurur verecek bir durumdadır.

Çünkü durumumuz çok kuvvetlidir, memleketimiz halkında ve ordusunda gördüğüm güç ve yetenek, özellikle kararlılık ve kahramanlık hakkımızı mutlaka kazanmaya yeterli ve kefildir.

 

İzmir Yollarında, s.93-103

ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ BAŞKANLIĞI

https://www.atam.gov.tr/ataturkun-soylev-ve-demecleri/balikesirde-halkla-konusma

 

MONTAJ Fotoğraf: 

https://www.malumatfurus.org/ataturk-balikesir-hutbe-fotografi/


TÜRKÜM DİYENE

. NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE! Bu sözden neler anlamalıyız? "Ne mutlu Türk'üm diyene!" sözü, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu...