22 Nisan 2022 Cuma

23 Nisan Ulusal Bayramdır

 . 23 Nisan "Ulusal" Bayramdır            

-  23 Nisan 1920 günü ile neler başladı, neler oldu?

ü  İşgalci güçlerin İstanbul'da kapattığı Meclis-i Mebusan, Anadolu'dan seçilen yeni temsilcilerle birlikte buluşarak ilk defa Ankara'da Büyük Millet Meclisi adıyla yeni bir meclis açtı.

ü  Birinci Büyük Millet Meclisi'nin açılışı ile "Türk milletinin iradesini" temsil eden ilk meclis açılmış oldu.

ü  Türk halkının devlet yönetiminde egemenliği ilân edildi.

ü  Bin bir zorlukla Ankara'ya ulaşan milletvekilleri, 23 Nisan 1920 tarihinde Birinci Büyük Millet Meclisi'ni açarak çalışmalarını burada sürdürmeye başladı.

ü  Yeni bir bağımsız Türk Devleti'nin kuruluşuna gidilen ilk adım atıldı.

ü  Halkın desteğini alan Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları, Milli Mücadele'deki her hamlesinde Meclis'in onayı doğrultusunda hareket etti.

ü  Bu nedenle Türk Kurtuluş Savaşı, kişilere bağlı olmayan tamamen halk desteğiyle gerçekleşen bir "Bağımsızlık Hareketi" olarak dünya tarihte özel bir yere sahiptir.

ü  Mustafa Kemal Atatürk'ün askeri zekası ve İsmet İnönü'nün siyasi dehası sayesinde halkın kararlı duruşu ve desteği ile

ü  işgalci güçler vatan topraklarından temizlendi.

ü  29 Ekim 1923 tarihinde yeni Türkiye devleti tam bağımsız "Türkiye Cumhuriyeti" olarak ilan edildi.

ü  Türk Devletinin geleceğinin güvence içerisinde ve sağlam temeller üzerinde oturuyor olması için bugünün çocuklarına çok önem verilmesi ve onların çok iyi eğitim alması gerektiğini kabul ettik.

ü  Atatürk diyor ki:

ü  "Bütün cihan bilmelidir ki artık bu devletin ve bu milletin başında hiçbir kuvvet yoktur, hiçbir makam yoktur. Yalnız bir kuvvet vardır. O da millî egemenliktir. Yalnız bir makam vardır. O da milletin kalbi, vicdanı ve mevcudiyetidir."

ü  "Yeni Türk Devleti'nin başında hiçbir kişi ya da güç, başka bir makam yoktur, var olan tek güç ulusal egemenliktir" diyerek bu durumu tüm dünyanın bilmesi istenildi.

ü  Ulusun kurtuluşu ve birliği, bağımsızlığı ve bütünlüğü için verilen Kurtuluş Savaşı'nda başarıya ulaşıldığını ve bunun ardından kurulan yeni devlete hepimizin birlikte sahip çıkacağını kavradık.

ü  Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk adımı olan meclisin açılışı ile ilk devrim yapıldı.

ü  Kalkınan, çağdaş ve ileri bir ülke olabilmek için yapılacak her türlü yeniliklere, atılımlara Mustafa Kemal Atatürk'ün önderliğinde inançla ve sevinçle, gururla katılan bir halk olarak dayanışmayı, mücadele etmeyi öğrendik.

ü  Hiç yoktan var edilen bir ülke durumundan teknolojide, sanayide, bilimde, eğitimde, kültürde ve toplumsal kalkınmada, ekonomide yeni girişimler, yeni yatırımlar yapabileceğimizi ve bunları başka güçlerin elinde tutsak olmadan yapabileceğimizi kanıtladık.

ü  Bir halk olmayı bir ulus olmayı birlikte bir güç olmayı, özgür ve bağımsız bir devlet olabileceğimizi kavradık, anladık ve bunları kanıtladık.

.    23 Nisan günü Türkiye Cumhuriyeti ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti için Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı olarak kabul ediliyor.

.  "23 Nisan", 1921'de çıkarılan 23 Nisan'ın "Milli Bayram Addine Dair Kanun" ile, Türkiye'nin ilk ulusal bayramı olmuştur.

.  1 Kasım 1922'de saltanatın kaldırılmasıyla 1 Kasım, Hâkimiyet-i Milliye Bayramı (Ulusal Egemenlik Bayramı) olarak kabul edilmiştir.

 

.  23 Nisan'ın Çocuk Bayramı olarak kutlanışı 23 Nisan 1927'de Atatürk'ün himayesinde başlamış, Cumhurbaşkanlığı Bandosu çocuklar için konser vermiş ve Ankara'da çocuk balosu düzenlenmiştir.

.  1928 yılında Dr. Fuat (Umay) Bey'in teklifiyle daha geniş içerikli bir program hazırlanmış, ilanlar verilmiş, "halk" davet edilmiş, "çocuk alayları" oluşturulmuş, yarışmalar ve geziler düzenlenmiştir.

.  1929'daki 23 Nisan'dan önce Himaye-i Etfal Cemiyeti 23-30 Nisan haftasını çocuk haftası olarak duyurmuş, etkinlikler çoğaltılarak bir haftaya yayılmıştır. Asıl bayram yine 23 Nisan'da kutlanmış, çocuk balosu yine Atatürk tarafından himaye edilmiştir.

.  23 Nisan 1933'de Atatürk yeni bir gelenek başlattı. O sabah çocukları makamında kabul edip, onlarla sohbet etti.

.  1933'te artık Çocuk Bayramı devlete de mal olmuştu.

.  1935'te bayramlar ve tatil günleriyle ilgili yasa değiştirilmiş ve "23 Nisan Millî Bayramı"nın adı "Millî Hakimiyet Bayramı" haline getirilmiş, böylece 1 Kasım Hakimiyet-i Millîye Bayramı ile 23 Nisan Millî Bayramı birleştirilmiştir.

.  1970'li yıllarda artık 23 Nisan Çocuk Bayramı tüm ulustan katılım alan bir bayram halini almıştı.

.  1975'ten itibaren TRT de programlarıyla destek vermişti.

.  1979'da resmî Millî Hakimiyet Bayramı törenlerine çocukların da katılmasına karar verilmiş, 1980'de de "Çocuk Parlamentosu" oluşturulmuştur.

.  Bayramın en son şeklini alışı ise 1981'de gerçekleşmiştir. Darbe döneminde Millî Güvenlik Konseyi bayramlar ve tatillerle ilgili kanunda yaptığı değişiklikle o güne kadar kanunen adı konmamış bir şekilde kutlanan bayrama "Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı" adını vermiştir

.  23 Nisan geldiğinde bayram Türkiye Cumhuriyeti devleti erkanının başta Anıtkabir olmak üzere çeşitli Atatürk anıtlarında yaptıkları resmî törenlerle başlamaktadır.

.   Bu törenlerde İstiklâl Marşı okunur ve saygı duruşunda bulunulur.

.   23 Nisan günü Türkiye'de resmî tatil günüdür. İlköğretim öğrencilerine 24 Nisan günü de tatildir.

.   Ulusal egemenliğin ne denli          "önemli" ve "vazgeçilmez" olduğunun bilincini taşıyan bu tarihsel gün tüm ülkede törenlerle "topluca" bir "ulusal bayram" olarak sevinçle kutlanmalıdır.

.   Saltanatın kaldırılışının ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunu gerçekleştiren, TBMM'nin açılışının kabul edildiği bugün tarihsel olarak çok önemlidir.

.   Egemenliğin padişahtan alınıp halka verilmesinin kabul edildiği, ulusal egemenliğin ilk kez önem kazandığı bugünün kutlanması amacını taşıdı.

.  Geleceğin en önemli varlığı olacak olan çocukların yurt ve ulus bilinciyle yetişmesi istenildi.

.  Çocuklarımız kendi yurtlarından, tarihlerinden yeni bir devletin kuruluşundan sevinç ve onur duyması düşünüldü.

.  Öz güveni yüksek, başarılı ve çağdaş kuşakların hem kedilerine, hem de ulusal değerlerine sahip çıkacak, sevinecek çocuklar, genç kuşaklar olsun istenildi.

.  Sevinçle, coşkuyla, gururla kutlayacakları bir "ulusal bayramları" olsun, cumhuriyete, Türk devletine sahip olsunlar, birlik ve beraberlik duygusuna katılsınlar istenildi.

.  Tüm çocuklar birlik olsunlar, okullarıyla, öğretmenleriyle birlikte daha önce hazırlıklar yapsınlar, şiirler öğrensinler, şarkılar, türküler, halk dansları hazırlasınlar istenildi.

.  Küçük çocuklar için renkli, hoş ve süslü giysiler dikildi, birlikte geçiş, yürüyüş, danslar hazırlandı, törende her biri ayrı, ayrı geçit yaptılar.

.  Bayram günü kentin en önemli meydanında, stadyumlarda tüm halk gelip bu güzel ulusal bayramı törende birlikte izlediler ve kutladılar.

.  Bayram kutlaması sırasında günün, bayramın tarihsel önemi üzerinde güzel açıklamalar, konuşmalar yaptılar.

.  Kentin önde gelenleri, yöneticileri bayram üzerinde güzel konuşmalar yaptılar.

.  Çeşitli okullar bayram için kendi öğrencileri için çok değişik çalışmalar hazırladılar ve bayram programı içerisinde, bayram töreninde sundular.

.  Anneler, babalar çok büyük sevinçlerle, büyük onur içerisinde kendi çocuklarını izlediler.

.  Halk bu "ulusal bayramı kutlama törenini" büyük ilgi ve sevinçle izledi ve bir kez daha ülkenin kurtuluşu ve yeni bir devletin kuruluşu üzerinde gurur duyup, geleceğe güvenle bakmak istedi.

.  Yıllarca bu ulusal bayramımız için çok güzel törenler düzenlendi ve halk her zaman coşkuyla katıldı.

.  Kentlerin kaymakamları öğrencileri kabul etti ve "Bugünün küçüğü olan sizler çok iyi yetişeceksiniz ve büyüdüğünüzde bu yerlere sizler geleceksiniz." diyerek koltuğunu bir çocuğu verdi ve onu kaymakam olmuş gibi gösterdi…

.  Yeni uygulamaya konulan yönetmeliğe göre, önceki yıllarda uygulanan koltuk devri uygulamasına son verilmiş.

.  Geleceğimizin güvencesi olan bugünün çocukları öz güvenli, bilinçli birer yurttaş olmalıdır istiyoruz.

.  Ulusal bayramları tüm yurtta coşkuyla, sevinçle ve birlikte kuşaklar boyu kutlamak bir gurur kaynağı olarak hoş anılar da yarattı.

.  Son yıllarda bu geleneksel ve akılcı "ulusal bayram kutlama törenleri" yerine tamamen bambaşka ve birbiri ile hiçbir birlikteliği olmayan "eğlence"ye yönelik farklı etkinliklerle "bayram" kutlamaya kalktılar.

.  Sokaklarda, çarşılarda, sokaklar arasında, meydanlarda… farklı yerlerde ve bir "ulusal" bayram kutlama töreni dışında çalışmalar yapılmaya çalışılıyor.

.  Bir de değişik ülkelerden çocuk ekiplerini de etkinliklere katmak, danslar, müzik sunumları ile bir şenlik, bir eğlence uygulaması yapmak istediler.

.  "Ulusal egemenliği" kutlamak ve yurttaş olarak da kavrayabilmek için yasalarla kabul edilmiş olan "ulusal bayram" daha da bir anlam ve sevinç kazansın diye çocuk bayramı olarak da "birlikte tören içerisinde" kutlamak istenilmişti.

.  Çocukların eğlence türü, danslı, şarkılı farkı biçimlerle etkinlikler içerisinde bulundurulması hiç de bir "ulusal bayram töreni" değildir.

.  Neden, nasıl oldu da, hangi amaç ve düşüncelere dayanarak, hangi hedeflerle TOPLU "ulusal bayram töreni" tamamen kaldırılmıştır.

.  Okullarda, sınıflarda kendi içlerine yönelik yapılan bayram programları ve kutlamaları bir ulusal birliği ve bütünlüğü sağlamamaktadır.

.  Okullar, sınıflar bayram haftası içerisinde yine bayramı kutlayabilirlerse de asıl olan o kentte halk ile birlikte toplu bayram törenlerinin olmasıdır.

.  Ancak böylelikle bir ulusal birlik ve bütünlük gösterilebilir ve de sağlanılabilir.

.  Ulusal bayram kutlamalarını, düşünen, irdeleyen, sorgulayan bir bakış açısına ne denli çok gereksinim duymalıyız…. öne çıkarmalıyız…

.  Ulusal bayramlar yeniden tüm halkla birlikte törenler düzenlenerek kutlanmalıdır.

.  Türkiye Cumhuriyeti'nin temel kuruluş ilkeleri ve ulusal değerler üzerinde uygulanmak istenilen değişik algı operasyonları, halkın düşünce ve davranış biçimlerine çok etki yapmaktadır.

.  Bir ulus devlet olarak, Türkiye cumhuriyetinin kuruluş ilkelerine ve Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün gösterdiği hedeflere ve yola yeniden sahip çıkmalıyız.

.  Yasalarla kabul edilmiş ulusal bayramlar yine "bilindiği, kabul edildiği amaçları ile" geleneksel anlamda kutlanıldığı, halkla, okullar ve öğrencilerle "topluca kutlanan törenler" yaşama geçirilmelidir.

.  Bilinçli, öz güvenli, bağımsızlıktan ve özgürlükten yana, çağdaş yurttaşlarımız olsun istemeliyiz.

.  Çocuklarımız da en küçük yaşlardan bu yönde eğitilmelidirler.

"Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı tüm anlamı ve önemi ile hepimize kutlu olsun!"

.   Öğretmen Gönen Çıbıkcı, 23.04.2022

 

Egemenlik ve Bağımsızlık

 "Egemenlik ve Bağımsızlık"       

- Ulusal Egemenlik ve Ulusal Bağımsızlık Birbirinden Ayrılmayan İki Temeldir!

·       Güçlü bir devletin varlığını ve devamlılığını öngören Atatürk’e göre, Türk Devleti’nin dayandığı esaslar, tam bağımsızlık ve kayıtsız şartsız ulusal egemenliktir.

·       Atatürk tam bağımsızlığı, “siyasî, malî, ekonomik, adlî, askerî, kültürel, kısaca her hususta bağımsızlık ve serbestlik” olarak tanımlar.

·       Atatürk’e göre tam bağımsızlığın ve ulusal egemenliğin gerçekleşmesi de ulusal ekonomik güce de bağlıdır.

·       Atatürk’e göre, şimdiye değin milletimizin başına gelen tüm felaketler kendi talihini ve geleceğini başka birisinin eline bırakmasından kaynaklanmıştır.

·       Atatürk’e göre:

- “Bu kadar acı tecrübeyi geçiren milletin, bundan sonra egemenliğini bir kişiye vermesi kesinlikle mümkün olmayacaktır. Milletimiz, hiç kimsenin iznine gerek görmeden ve müsaade etmeyenlere karşı isyan ederek, Milli egemenliğini almış ve öylece kullanmıştır. Milli egemenlik öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar yanar yok olur. Milletlerin esirliği üzerine kurulmuş müesseseler her tarafta yıkılmaya mahkumdurlar.”

·       Atatürk şöyle diyor:

- “Kuvvetliyiz, ordularımız kuvvetlidir. Ordularımızı yaratan, ordularımızı vücuda getiren milletimiz kuvvetlidir. Bu milleti yaşatan bu vatan sonsuz doğal zenginliklere ve verimliliğe sahiptir, kuvvetlidir. Fakat efendiler, bu kuvvetlerin üstünde bir kuvvetimiz vardır ki, o da milli egemenliğimizi idrak etmiş ve onu doğrudan doğruya halkın eline vermiş, halkın elinden tutmuş ve tutabileceğimizi gerçekten ispat etmiş olmaktır.”

·       Atatürk’e göre:

- “Türk milleti yeni bir iman ve kesin bir milli azim ile yeni bir devlet kurmuştur bu devletin dayandığı esaslar “Tam bağımsızlık” ve “kayıtsız şartsız milli egemenlik”ten ibarettir. Yeni Türkiye devletinin yapısının ruhu milli egemenliktir. Milletin kayıtsız şartsız egemenliğidir... TBMM ve bunun hükümetinin milletten aldığı direktif tam bağımsızlık ve kayıtsız şartsız milli egemenlik ilkelerine dayanarak, memleketi bayındırlaştırmak ve milleti zengin, varlıklı ve mutlu kılmaktır. Milli egemenlik düşmanlığı, üstün bir yeri, değeri ve şerefi olan bir milletin her şeyini bir anda yok etmeyi amaçlayan suçtan başka bir şey değildir.

·       Atatürk:

- “Benim gayem, Türkiye’de, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nde millet egemenliğini güçlendirmek ve ebedileştirmektir” diyordu.

·       Bu sözler de Mustafa Kemal Atatürk’e aittir:

- “Millet işlerinde meşruiyet, ancak millî kararlara, milletin eğilimlerine dayanmakla elde edilir. Meclis nazariye değil, bir gerçektir. Önce Meclis, sonra ordu. Milletin azim ve kararı, yüz binlerce insan ve milyarlarca para demek olan orduyu yaratacaktır”.

·       1930’da Atatürk şöyle diyor:

- “TBMM’“de ve millete açık olarak millet işlerinin açıkça tartışılması ve iyi niyetli kişilerin ve partilerin görüşlerini ortaya koyarak, milletin yüksek menfaatlerini aramaları benim gençliğimden beri aşık ve taraftar olduğum bir sistemdir... Bundan dolayı büyük mecliste yeni bir partinin faaliyete geçerek millet işlerini serbestçe münakaşa etmesini cumhuriyetin esaslarından sayarım.”

  • Bütün şu sözler Atatürk’ündür:

- “Hürriyet olmayan bir memlekette ölüm ve izmihlal vardır. Her ilerlemenin ve kurtuluşun anası hürriyettir”... -

- “Biz Türkler tarihimiz boyunca hürriyet ve bağımsızlığa sembol olmuş bir milletiz”...

- “Hürriyetten doğan bunalımlar ne kadar büyük olursa olsun, hiçbir zaman, fazla baskının sağladığı sahte güvenlikten daha tehlikeli değildir.”...

- "Hürriyet ve bağımsızlık benim karakterimdir. Ben milletimin ve büyük atalarının en kıymetli miraslarından olan bağımsızlık aşkı ile yaratılmış bir adamım. Bir millette şerefin, haysiyetin, namusun ve insanlığın meydana gelebilmesi ve devam ettirebilmesi, mutlaka o milletin hürriyet ve istiklaline sahip olması ile mümkündür.”


 

YAŞASIN 23 NİSAN!

 .  YAŞASIN 23 NİSAN!               

.    Yarın 23 Nisan…

Hepimizi kaynaştıracak ulusal bayramlar zincirinin ilk halkası…

23 Nisan 1920’de ulus, kendi istenciyle egemen olduğunu kanıtlayarak, büyük millet meclisini topladı.

Ulusal bayramlar zincirinin ilk halkası…

Öyle ya, o gün başlayan yolculuk, 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’in ilan edilmesiyle sonuçlanacak; ardından da toplumsal temelde köklü devrimlere başlanacaktı…

23 Nisan 1920’de ulus, kendi istenciyle egemen olduğunu kanıtlayarak, büyük millet meclisini topladı.

İş o noktaya gelmişti ki; artık ne saltanatın dediklerinin önemi vardı, ne halifelik makamının…

Ulus, kendisi için idam fermanlarını yazanlara ve buna dinen fetva hazırlayanlara karşı öyle bir duruş sergiledi ki:

-"Hey, dur bakalım dur!

Sen kim oluyorsun ki?

Yedi bin yıllık tarihim var benim…

Köklerimde Oğuzlar, Bilge Kağanlar, Dede Korkutlar, Sultan Alparslanlar, Fatihler; Kanuniler var benim!

Dur bakalım dur, çekil aradan!

Sen kim oluyorsun ki?

Tahtlar, taçlar uğruna koca bir ulusu tarihin çöplüğüne atamazlar; sen de ona aracı olamazsın. Bana bunu reva görenler için de diyorum ki ‘İşte ben varım’…

Meydanlardayım.

Ya ölüm, ya kalım davasıdır artık bu…

Savaşsa ölümüne savaş…

Madem beni tarihten silmek istiyorsunuz uygarlık, hak, hukuk ve adalet adına; ey emperyalizm, savaştan başka yolu yok bunun…

Büyük bir hesaplaşma olmadan, benim tarihsel varlığıma son veremezsin.

Bunu istiyorsan, son bir hesaplaşmaya da hazır ol!

İşte giydim kefenimi ortadayım; buyur gel, savaşsa savaş...

Ya bağımsızlık, ya ölüm!”

Onun bu haykırışı karşısında, onu o zamana değin küçük görüp aşağılayanların yapacağı ne vardı ki?

Ancak ihanet edercesine, ulusun üzerine ordularını sürebilirlerdi.

Sürdüler de…

Ali Galipler, Anzavur Ahmetler orada burada kışkırtılan insanların kütleler halinde çıkardığı iç ayaklanmalar…

Derken Hilafet Orduları; Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının öldürülmelerinin “dinen vacip”; yani dinsel bir görev olduğuna ilişkin fermanları…

Bütün bu kötülükler, yollara döküp, Anadolu’yu kasıp kavurmaya başlamıştı bile…

Kardeşin kardeşle kavgasına göz yumacak kadar davayı bel altına indirmeyi başarmıştı emperyalizm…

Binbaşı Noel bununla yetinmiyor; doğuyu batının üzerine kışkırtarak, iç savaşı daha da cehennemi bir boyuta ulaştırmak için çırpınıyordu.

Kışkırtıcı ajanlar, casuslar, işbirlikçiler ve bozguncular sarmıştı her yanı…

Tek bir hedefleri vardı; meclisi dağıtmak, Mustafa Kemal’i ipte sallandırmak; ulusun iradesini ortadan kaldırmak…

Ulus, bir ölüm savaşına girerken, ona tepeden bakanlar onu “sürü” olarak görüyorlardı.

Ulus sürüyse, kendilerinin de “çoban” olduğunu düşünüyorlardı.

Kendileri yoksa başsız ve çaresiz ulusun hiçbir şey yapamayacağını söylüyorlardı.

Ulusun yanında durmak yurtseverlik, emperyalizmin ateşine odun taşımak ihanetti.

Ancak, hayır!

Ulus tarih sahnesinde yerini aldı ve haykırdı:

-"Ben varım, ben!”

Ve hiç beklenmedik bir anda ulus şahlandı.

O artık çağlayandı; bendine sığmayacak kadar büyük bir nehirdi…

Seylap olmuş, içindeki bütün kötücülleri arındırarak temiz bedeninden, tarih önünde Misak-ı Milli sınırları içinde yayılıyordu.

Bu gücün karşısında kimse duracak gibi değildi.

Ulus tarihin bu kritik evresinde, nice ulusal kahramanları yaratmayı başarmıştı.

Ve Atatürk de Türk Ulusu’nun bağrından çıkan basit bir birey olarak, bunlardan yalnızca bir tanesiydi.

Ortam hazırdı; iklim koşulları oluşmuş ve maya tutmuştu.

Bu mayayı ve kıvamı yakalayan ulus bıkmadı, korkmadı, çekinmedi, irkilmedi ve yedi düvelle savaştı.

Ya yok olacaktı, ya başaracaktı…

Ve başardı.

Ordusu için ulus, varını yoğunu ortaya koymuştu:

1922 yılının 9 Eylül'üydü.

O gün İzmir’e Türk Orduları ve Yüzbaşı Şerafettin, göğsünden çıkardığı kanının bulaştığı al bayrağı iki arkadaşıyla birlikte (Teğmen Hamdi ve Ali Rıza) İzmir Hükümet Konağı’na astı.

Yaralı haliyle O, bayrağına bulaşmış al kanına bakarak şunları söylüyordu:

“Al bayrağıma, kanım bulaşmış. Ağlıyorum. Şimdide gözyaşlarım bulaşıyor. Öpüyorum, Öpüyorum, Öpüyorum. Ölsek ne gam! İzmir’e ilk ulaşan bizlerdik ya!”

Sanki rüzgarın oğullarıydı onlar…

Türk Ulusu, yedi bin yıllık tarihinden gelen güçle büyük bir rüzgar olmuş; savurmuştu çocuklarını bağrından çıkarıp o şanlı hedefe doğru.

Ve rüzgar olup, Anadolu bozkırlarını, o sıcakta, o zor koşullarda dokuz günde aşarak ve aynı zamanda savaşarak, İzmir’e ulaşmışlardı.

Çünkü, Gazi Mustafa Kemal Paşa, 30 Ağustos 1922’den sonra, ünlü buyruğunu vermişti:

-“Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri!”…

O ordular; Türkiye Büyük Millet Meclisinin ordularıydı…

O başkaldırışın başında, meclis bulunuyordu.

Atatürk bile meclisin buyruğundaydı.

Çünkü meclis çalanın, çırpanın; millete yalan söyleyenlerin, beyin uyuşturmayı hüner sayanların yeri değildi ki?

Doruk Bey vardı örneğin.

Düşman Sakarya Savaşı’nda Ankara önlerine geldiğinde; Ankara’nın boşaltılmasını önerenlere;

-“Biz buraya ölmeye geldik!.. Kaçmak da ne?” diyordu.

Ve Fevzi Paşa düşmanın ölümüne ilerleyişine bakıp tanıyı çoktan koymuştu:

-“İlerleyen düşman, mezarına geliyor”.

Atatürk ise Hacianestis’ya sesleniyordu:

-“Hey, Hacianestis; gel de ordularını kurtar!”

Bugün kimileri 23 Nisanı küçümsüyor; çarpık çurpuk, kazınmış, artık hallerine bakmadan.

Varoluşlarının en büyük nedenlerini yadsımayı demokratlık sayıyorlar.

Nereden çıktı bunlar; neyi, kimi temsil ediyorlar, anlamak güç.

Derin, derin tarih yazıyorlar, övünerek…

Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa’yı, o büyük kalkışmada, vuruşmada, tarihsel hesaplaşmada saygıyla anmalarını beklemiyoruz artık da; bir tavuk kümesine saklanacak kadar korkak gösterecek üslup kullanmaktan geri kalmıyorlar.

Hatta çıktılar; Atatürk’ün 23 Nisan’ı Türk çocuklarına bayram olarak armağan etmediğine kadar götürdüler iftiralarını…

Himaye-i Eftal Reisi’ne bağlayıverdiler işi…

Devletin başında Cumhurbaşkanı ve yürütme erkinin başında Atatürk varken; Çocuk esirgeme kurumu başkanının böyle bir iradesi nasıl olabilir?

Düşüncesi varsa da Himaye-i Etfal Cemiyeti başkanının; o günün bayram olmasını sağlayan kim ey saftirikler?

Benim, senin, onun; hepimizin ne düşünceleri var.

Biz düşünüyoruz diye, her düşündüğümüz şeyi gerçekleştirebilecek yetki ve görevlerimiz mi var?

Tarihe nasıl bu kadar şaşı bakıyorsunuz; kör oldunuz artık kör!

Siz kimsiniz, nereden çıktınız; kime hizmet ediyorsunuz; davanız ne?

Ancak, gerçek değişmiyor ki!

Gerçek olduğu kadar gerçektir.

Halep orda ise, Arşın da buradadır.

Yalan, gerçeğin yüzüne vurulduğunda, o çirkin haliyle ne kadar orada kalabilir ki?

Tek bir belge koyabildiler mi; Vahdettin’in ulusal mücadeleye yardım ettiğine ilişkin?

Koyamazlar…

Çünkü yalan üzerine, doğrunun binası yapılamaz…

Güneş balçıkla sıvanmaz.

O nedenle diyoruz ki:

Yaşasın Millet; soylu ve asil Türk Milleti;

Yaşasın onun tek tecelligahı olan Türkiye Büyük Millet Meclisi;

Yaşasın Türk Ordusu;

Ve yaşasın, bütün bunları bize doğuşumuzda, varoluşumuzda, yarınlarımızda tek önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk…

Yaşasın Aydınlık Türkiye…

Çok işimiz var daha, Çok!

.   Prof. Dr. Kemal Arı,  22.04.2022    .

 

 

19 Nisan 2022 Salı

Atatürk ve Türkçe

 .   Atatürk ve Türkçe                                       

    Toplumları millet haline getiren en önemli unsur dildir.

Dil, duygu ve düşünceyi insana aktaran bir vasıta olduğu gibi, insan topluluklarının bir yığın ve kitle olmaktan kurtaran, aralarında "duygu ve düşünce birliği" olan bir cemiyet yani 'millet' haline getiren en önemli kültürel değerdir.

Ayrıca dil, kültürün temeli olduğu gibi taşıyıcısıdır da...

Dili yok ettiğiniz takdirde milli ruh ve kültür diye bir şey kalmaz.

Bu sebeple dili korumak, koruyucu tedbirler almak önemlidir.

    Bizler Türk'üz ve dilimiz Türkçe'dir.

Türkçe; dünyanın en eski, köklü ve en zengin iki dilinden biridir.

Dil bilimcilere göre; kelime türetme yeteneği bakımından da dünyanın en güçlü dilidir.

Her konuya ve duruma göre karşılık vermeye en müsait dil yine Türkçe'dir.

Ayrıca Türkçe, yazıldığı gibi okunması özelliğiyle de gıpta edilen bir dildir.

Türk dilinin bu güzelliğini ve gücünü bilen, Türk dili konusunda önemli çalışmalara imza atan en önemli kişi, hiç şüphe yoktur ki, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Büyük Önder Atatürk'tür.

Atatürk, Türk dili konusunda;

- "Türk milletinin dili Türkçe'dir. Türk dili dünyada en güzel, en zengin ve en kolay olabilecek bir dildir. Onun için her Türk, dilini çok sever ve onu yüceltmek için çalışır. Bir de Türk dili, Türk milleti için kutsal bir hazinedir. Çünkü Türk milleti geçirdiği nihayetsiz felaketler içinde ahlakının, an'anelerinin, hatıralarının, menfaatlerinin, kısacası bugün kendi milliyetini yapan her şeyin dili sayesinde muhafaza olunduğunu görüyor. Türk dili Türk milletinin kalbidir, zihnidir."

diyerek hem Türk diline verdiği önemi, duyduğu sevgiyi belirtmekle beraber, Türk dilinin büyüklüğünü ve Türk milleti için önemini ortaya koymuştur.

    Atatürk, bir dil bilimci değildi.

Ancak, dile sadece bir devlet adamı ya da siyasetçi gözüyle de bakmıyordu.

O, dilin bir milleti meydana getiren unsurları bir arada tutan en önemli etken olduğunu biliyordu. 1931 yılında söylediği sözle bunu açıkça beyan etmişti.

- "Milletin çok açık niteliklerinden biri de dildir. Türk milletindenim diyen insan her şeyden önce ve kesinlikle Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan bir insan Türk kültürüne, Türk toplumuna bağlı olduğunu iddia ederse buna inanmak doğru değildir."

    Ayrıca Atatürk'ün, dil konusundaki hassasiyeti eski tarihlere dayanmaktaydı.

1916 yılında okuduğu şiir kitaplarına dil konusunda notlar düşmesi bunun açık delilidir.

    Atatürk, Türk kimliğini Türkçe ile tanımlıyordu.

- "TÜRK demek, TÜRKÇE demektir. NE MUTLU TÜRK'ÜM DİYENE!" diyordu.

Atatürk'ün Kurtuluş Savaşı'ndan sonraki temel davası Türkçe'yi, dolayısıyla Türk kültür ve kimliğini yabancı boyunduruklardan kurtarma-koruma, bunun için de eğitimi her düzeyde Türkçe ile yapmak, halkın yabancı dille eğitime özenmesini önleyecek tedbirler almak olmuştur.

    Bu konuda da şunu söyleyecektir:

- "Kat'i olarak bilinmelidir ki, Türk milletinin dili ve milli benliği bütün hayatında hakim ve esas olacaktır."

    Atatürk ayrıca, Türk dilini geliştirerek ve yayarak, bütün Türk dünyasının lehçe farklılıkları giderilerek müşterek bir dil bağı ile birleşmesini, kısaca bütün Türk dünyasında bir kültür birliği meydana getirmek istiyordu.

    Bu sebeple;

- "Türkiye dışında kalmış Türkler için, ilkin kültür meseleleriyle ilgilenilmelidir.

Nitekim biz Türklük davasını böyle müspet ölçüde ele almış bulunuyoruz.

Büyük Türk tarihinde, Türk dilinin kaynaklarına, zengin lehçelerine, eski Türk eserlerine önem veriyoruz. Baykal Gölü ötesindeki Yakut Türkleri'nin dil ve kültürlerini bile ihmal etmiyoruz"

diyerek Türk dünyasındaki dil ve tarih birliği çalışmalarına ne kadar önem verdiğini gösterir. Ayrıca 1933 yılında, Sovyetler idaresinde kardeşlerimiz olduğunu, bir dağılmanın olacağını, buna hazırlanmamız gerektiğini, bunun için köprüleri sağlam tutmamız gerektiğini söylemiş, kültürün, dilin, tarihin birer köprü olduğunu işaret etmiştir.

    Gazi Mustafa Kemal, Şeyh Sait ayaklanmasının yarattığı bunalımı atlatır atlatmaz, önce 'Türk Dili Encümeni' kurdu. (Dil ve tarih üzerindeki çalışmalar, önceleri 'encümen' biçiminde başladı.   

    Daha sonra bunlar 'Dil Kurumu' ve 'Tarih Kurumu' haline geldiler) Atatürk bir sözünde,

- "Milli his ile dil arasında bağ çok kuvvetlidir. Dilin milli ve zengin olması, milli hissin gelişmesinde başlıca müessirdir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir, yeter ki bu dil, şuurla işlensin. Ülkesini ve yüksek istiklâlini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır"

demişti.

Bu sözünden yola çıkarak Türk Dili Encümeni'nin kuruluş gayesini anlamak mümkün..

Encümenin kuruluşu ile Atatürk, dildeki Arap kökenli sözcükler yerine, halkın içinde yaşayan Türkçe sözcüklerin yerleştirilmesi için bir ön çalışma yaptırıyordu.

Her ilde, "Kelime Kolları" kurulmuştu.

Öğretmenlerin öncülük ettiği bu kollar, evlerdeki yaşlı insanlarla ilişki kuruyorlar; onların kullandıkları sözcükleri, Arapça karşılıkları varsa onları da ekleyerek, Ankara'ya "Dil Encümeni"ne gönderiyorlardı.

Gazi Paşa, dili özüne çekmeye, elverdiğince yabancı sözcüklerden arındırmaya kararlı idi.

Eğer bir Türk Dünyası yeniden kurulacaksa, onun dili Arap ve Fars dilinin egemenliğinden kurtulmalıydı.

    Tarama kolları, önceleri çok başarılı çalışmalar yaptı.

Fakat sonraları, bu kollarda çalışanların devlette itibar kazandığına dikkat edenler, halkın arasına girip sözcük derleyeceklerine 'uydurmayı' daha kolay buldular ve çalışmayı yıprattılar.

"Dil Taramaları" göze girmenin, yükselmenin ilk basamağı gibi kullanılmaya başlandı.

    O dönemde bilim adamlarınca 'Güneş Dil Teorisi' ortaya atılmıştı.

Teori; bütün dillerin kökünün-aslının aynı olduğu iddiası üzerine kurulu idi.

Kök ise; Türkçe idi.

Teori, içeride ve dışarıda büyük heyecan uyandırdı.

Meksikalılar, Atatürk'e Astekler'e ait bir kitap gönderdiler ve genç, idealist, çalışkan ilim adamlarınca çalışmalar derinleştirildi.

Prof. Adile Ayda Etrüsklerin dili-tarihi üzerinde dururken, Hamit Koşay Baskların dilini inceledi. Lakin, Güneş Dil Teorisi'ni beğenenlerde oldu, aşırı bulanlar, yadırgayanlar da..

Atatürk'ün ölümünden sonra bu teori rafa kaldırılacaktır.

    Mustafa Kemal Paşa'nın çevresinde okumuşlardan oluşmuş heyecanlı bir ortam vardı, lakin sayıca sınırlı ve bilgi açısından tam anlamıyla yeterli değildi.

Ayrıca inanmış ve sağlam bilgi birikimi olanların sayısı çok azdı; onlar da devlet hizmetindeydiler. Ayrıca ATA, hedeflerini en yakınında olan insanlara bile açıkca ifade etmiyordu.

Atatürk'ün bu denli dil ve tarih çalışmalarına gömülmesini anlayamayanlar, yadırgayanlar vardı. Lakin Gazi Paşa için, bazı şeylerin azlığı ya da yokluğu, o işin yapılması çalışmalarını durdurmadı, sonuçta durduramamıştır da..

    Sovyetler Birliği, Mustafa Kemal Paşa'nın yoğun bir Türkolog trafiği yaratmasını, Orta Asya Tarihi üzerinde çalışmasını ve Türkçe'yi , Asya Türkleri'nin kullanabileceği biçime sokmasını dikkatle ve tedirginlikle izliyorlardı.

Bu sebeble Sovyetler Birliği, bu ilişki ayaklarından birini yok etmek için yani Türkiye Cumhuriyeti ile yazışmaları engellemek için, kullanılan Arap harflerini yasaklamış, fakat Sovyetler Birliği yönetiminin milliyetçi davrandığını gizlemek, göstermemek için Kirl harfleri ile değil, Latin harfleri ile okuyup yazmayı kanunlaştırmıştı.

    Oysa M. Kemal Paşa, "Türkiyat Enstitüsü" nü kurmuş, Sovyetler Birliği'ni Türk ve yabancı Türkologların yağmuruna tutmuş, öte yandan da Türkiye'de basılan kitap ve gazeteleri bu giden, gelenlerin aracılığı ve posta ile göndererek ortak kültür hazırlığına girişmişti.

Ama Sovyetler Birliği'nin, Latin harfleri ile okuyup- yazmayı zorunlu hale koyması, bu köprüleri yıkıyordu.

Oysa dilde birlik kurulmadıkça, birliktelikten nasıl bahsedilebilirdi.

    İki yıl beklendi..

Durumda herhangi bir değişiklik olmayınca Atatürk, Türkiye'nin Latin harfleri ile okuyup yazması fikrini ortaya attı.

Orta Asya Türkleri ile bağların kopmaması gerekiyordu.

Büyük bir hızla 1928 Harf İnkılabı gerçekleştirildi.

Böylece Türkiye, Latin harflerini benimsedi.

Bu yeni gelişme, Sovyetler Birliği'nin gözünden kaçmamıştı.

Aslında bekledikleri bir durumdu.

Atatürk Türkiye'si, Azerbaycan ve Türkistan Türkleri ile dirsek temasını yitirmek niyetinde değildi. Ama Sovyetler Birliği de bu dirsek temasından kuşkulanıyordu.

    Sovyetler Birliği'nde büyük bir gizlilik içinde, 1929 yılında "Bütün Sovyetler Birliği vatandaşları arasında yalnız Kiril harflerinin kullanılacağı" yasası çıkarıldı ve yeniden Türkiye'nin kurduğu köprüleri dinamitlediler.

Artık Türkiye'nin "bu konuda" yapacak bir şeyi yoktu. Sovyetler Birliği'nin bu tür uygulamaları II. Dünya Savaşı yıllarında bile sürdü.

    Atatürk, Türk dilinin yabancı kelimelerden arınmasını bilimsel kararlara bağlayacak "Türk Dili Kurultayı" çalışmalarını her şeyin üstünde tutuyordu.

Dünyayı şaşkına çevirecek, 'Büyük Türk Devletleri Birliği' nin temel taşları, işte bu kurultay çalışmaları idi.

Bilimsel terimlere bile Türkçe karşılıklar bulunmuştur.

Atatürk bu konuda şöyle diyor:

- "Batı dillerinden hiçbirinden aşağı olmamak üzere, onlardaki kavramları anlatacak keskinliği, açıklığı haiz Türk bilim dili terimleri tespit edilecektir."

Öyle de olmuştur; Atatürk bizzat kendisi bu dava uğruna çalışmış, bugün askerlikte olsun, matematikte olsun kullandığımız bir çok terimleri Türkçe'nin derinliklerinden çıkarıp bize armağan etmiştir.

1938'de vefatından az bir zaman önce,

- "Türlü bilimlere ait Türkçe terimler tespit edilmiş, bu surette dilimiz yabancı dillerin tesirinden kurtulma yolunda esaslı adımını atmıştır. Bu yıl okullarımızda tedrisatın Türkçe terimlerle yazılmış kitaplarla başlamış olmasını kültür hayatımız için mühim bir hadise olarak kaydetmek isterim." diyerek, bu konuda büyük bir ilerleme kaydedildiğini belirtmiştir.

    26 Eylül 1933'de Atatürk'ün isteği ile bütün yurt sathında "Dil Bayramı" kutlanmıştır.

Yalnız, Türk dilinin temizlenmesini değil, eş anlam sözcüklerle dilin zenginleştirilmesi de gözleniyordu.

Atatürk'e göre, dilin kaynağı millet idi, araştırmalar da milletten beslenmeliydi.

    Atatürk, hem dilin zenginleşmesine, eş anlam sözcüklerle sanat ve bilim dili olacak köklere kavuşmasına önem veriyor; hem bunları işleyip bilimsel yapıyı oluşturacak kuruluşları kazandırmaya çalışıyordu.

İstanbul Üniversitesi'ne bağlı bir "Dil Okulu" açılması, halkevlerinde "Edebiyat ve Türk Dili Kolları" kurularak köylere kadar uzanan araştırma ve soruşturmalarla yeni sözcüklerin taranması, hep bu hedef doğrultusunda alınmış kararlar sonucu yapılmış çalışmalardır.

    Atatürk, bu çalışmaları büyük bir ilgiyle takip ediyordu. Her sabah, Türkiyat Enstitüsü'nün günlük çalışma raporlarına göz atıyor, Sovyetler Birliği'nin Türk Dünyası ile ilgili haberlerini (varsa) inceleyip değerlendiriyordu.

TBMM kararı ile yapılmasına başlanılan Dil ve Tarih-Coğrafya fakültesinin inşaat aşamalarını izliyordu.
    Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi...

Böyle bir kuruluş, öğretim dünyasında yoktu.

Tarih ve coğrafya fakültesi vardı.

Dil fakülteleri de vardı.

Fakat, hem dil, hem tarih-coğrafyanın bir fakültede birleşmesinin tek örneği Ankara'da idi.

Çünkü Atatürk, Asya'daki Türklerin hem tarihini, hem coğrafyasını, hem dilini çok iyi öğrenmiş bir neslin yetişmesini istemekteydi.   

Bayar'ın başbakanlığı döneminde dil ve tarih çalışmaları aksamadan sürdü.

Özellikle Atatürk, yoğun bir biçimde dil ve tarih üzerindeki bütün çalışmaları izliyordu.

Kendisi bu tür çalışmalardan dolayı yorgun düşse de, çevresine bu yorgunluğunu belli etmemeye çalışıyordu.   

2 Ağustos 1936 tarihinde üçüncü Dil Kurultayı'nı açtı.

Yaptığı konuşmada:

- "Konuk dil bilginlerinin, Türk dil bilginleri ile birlikte çalışmalarından, dil bilimin şimdiye dek çözemediği bir çok güçlükleri aşacağına, bu çalışmaların bir çok gerçeklerin gün ışığına çıkmasını sağlayacağına güvenim tamdır" diyordu.

Günlerce süren kurultayın en sağlam izleyicisi, Atatürk'tü..

Genel Kurul çalışmalarını izliyor, komisyonlardaki çalışmalara katılıyor, fikirlerini söylüyor.

Hedefin yalnız Anadolu Türkleri'nin değil, bütün Türklerin ortak dilini yaratmak olduğunu durmadan tekrarlıyordu.   

1936 yılının 19 Ekiminde Türk Dil Kurumu'na gitti ve uzmanlarla 6 saat süren bir çalışma yaptı.

Bu, o kadar uzun ve sürekli çalışma idi ki, uzmanların takatı tükendi.

Bunu görünce Atatürk:

- "Yorulduğunuz anlaşılıyor. Benim bazı işlerim olmasa, sizinle kalıp çalışmaları birlikte sürdürmek isterdim. Başka bir fırsatta, bu çalışmaları yine birlikte yaparız" demişti.

    Hayatı elvermedi, bir daha buluşup, "Türk dilindeki yabancı sözcüklerin yerine Türkçelerinin konması" çalışmalarına katılamadı..

Vefatından önce de Ankara'da iken son ziyaret ettiği yer ise, inşaat bitene kadar çalışmalarına 'Evkaf Apartımanı'nda başlayan Dil-Tarih-Coğrafya Fakültesi olmuştu.

Çalışmalar hakkında bilgi almış, inşaat halinde olan fakülte binasını görmüş, yetkililerle görüşmüştü. 

   Atatürk; son nefesine kadar bilfiil milletin için, milletin geleceği için çalışmış, eşi benzeri olmayan büyük bir lider..

O'nu o kadar özlüyoruz ki, kelimelerle anlatmak mümkün değil..

Aslında bu yazının başlığı 'Bir Millete Adanan Ömür' olacaktı.

Lakin, dil konusuna ve Atatürk'ün Türk dili konusundaki hassasiyetine ağırlık vermeyi düşündüğüm için bu başlığı kullanmadım.

Bu yazıyı, küçük çaplı bu araştırmayı da dilimize yapılan saldırıların, horlamaların yoğunlaştığı bir dönemde bazı şeylerin daha iyi anlaşılmasını istediğim için toparladım.

Keşke daha detaylı bir araştırma olsa idi, Atatürk için ne yapılsa az gelir.

    Bir kere daha anladık ki; herkes Atatürk değil, herkes Atatürk olamıyor.

Atatürk için hayati önem taşıyan değerlerin, çalışmaların Atatürk'ün ölümünden hemen sonra ismini bile anmak istemediğim kişiler tarafından durdurulmasını, hızla değiştirilmesini, Türk dili yerine-Türk tarihi yerine Latin dilinin-kültürünün okullarda genç beyinlere sunulmasını hiç bir zaman unutmayacağız.
     Herkes Atatürk olamıyor!   

Atatürk, Türk dil ve tarih konusundaki çalışmalarına hastalığına rağmen, ölüme meydan okurcasına, çevresini hayrete düşüren bir güçle devam etmişti.

Yorgundu ama, çevresine hiç bir şekilde yorgunluğunu belli etmiyordu.

Bir millet sevilirse eğer, işte böyle sevilmeli.. Atatürk, bu milleti çok seviyordu.

Milletinin sevgisi gönlünde hayata gözlerini yumdu.

Sevgisi karşılıksız değildi; milleti de bu şerefli evladını bağrına basmıştı..

Gözyaşları sel oldu o gidince ebediyete, ama eceldi işte..
    Atatürk ölmedi, bütün zorluklara direnip yaşatacağız O'nu...         ,

.         Salur Beğ
Yararlanılan Kaynaklar:

* Bozdağ, İsmet; "Atatürk'ün Avrasya Devleti", Tekin Yayınevi, 2. Basım, 1999
* Karakoç, Ercan; "Atatürk'ün Dış Türkler Politikası", IQ Kültür-Sanat Yayıncılık, 2002-İst.
* Kafesoğlu, İbrahim Prof. Dr. ;"Türk Milli Kültürü", Boğaziçi Yayınları, 3. Baskı, İstanbul
* Kaplan, Mehmet; "Kültür ve Dil", Dergah yy., 7. Baskı, 1992-İst.
* Atatürk Kültür Merkezi, "Bilge Dergisi", yıl:1997, sayı:14

Atatürk'ün dil üzerine bazı söylemleri:

     Türk milletinin dili Türkçe'dir. Türk dili dünyada en güzel, en zengin ve en kolay olabilecek bir dildir. Onun için her Türk, dilini çok sever ve onu yüceltmek için çalışır... Türk dili Türk milleti için kutsal bir hazinedir. Çünkü Türk milleti geçirdiği sayısız felaketler içinde ahlakının, geleneklerinin, hatıralarının, çıkarlarının, kısaca bugün kendi milliyetini yapan her şeyin dili sayesinde korunduğunu görüyor. Türk dili Türk milletinin, kalbidir, zihnidir. 1929

    Türk dili zengin, geniş bir dildir. Her kavramı ifade kabiliyeti vardır. Yalnız onun bütün varlıklarını aramak, bulmak, toplamak, onlar üzerinde çalışmak lazımdır. 1930

    Milli duygu ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin milli ve zengin olması, milli duygusunun gelişmesinde başlıca etkendir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir, yeter ki bu dil bilinçle işlensin. Ülkesini yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır. 1930
   
Türk dilinin kendi benliğine, aslında güzellik ve zenginliğe kavuşması için, bütün devlet teşkilatımızın dikkatli, ilgili olmasını isteriz. 1932

    Türk dilinin sadeleştirilmesi, zenginleştirilmesi ve kamuoyuna bunların benimsetilmesi içn her yayın vasıtasından faydalanmalıyız. Her aydın hangi konuda olursa olsun yazarken buna dikkat edebilmeli, konuşma dilimizi ise ahenkli, güzel bir hale getirmeliyiz. 1938

    Milliyetin çok belirgin niteliklerinden biri de dildir.

Türk milletindenim diyen insan, her şeyden evvel mutlaka Türkçe konuşmalıdır.

Türkçe konuşmayan bir insan Türk kültürüne, topluluğuna bağlılığını iddia ederse buna inanmak doğru olmaz. 1931

    Milli bilincin ayakta kalabilmesi ve uyanık bulunması için dil ve tarih uğrunda çalışmaya mecburuz.
    Türk milletinin milli dili ve milli benliği bütün hayatında egemen ve esas kalacaktır. 1933

 https://yunus.hacettepe.edu.tr/~uznek04/ataturkveturkce.index.htm#:~:text=Atat%C3%BCrk%2C%20T%C3%BCrk%20dili%20konusunda%3B%20%22,milleti%20i%C3%A7in%20kutsal%20bir%20hazinedir. 


Atatürk’ün Dilimize Kazandırdığı Güç

 . Atatürk’ün Dilimize Kazandırdığı Güç                      

Dil devrimi ile dilimiz devrilmiş değil, kötü bir dil düzeni devrilip yerine iyi bir dil düzeni getirilmiştir.

Kötü dil düzeni, ulusal nitelikten uzaklaşmış, yabancı dillerin baskısı altında özgürlüğünü yitirmiş olan ve “üç dilden mürekkep” diye tanımlanan Osmanlıca’dır.

İşte yıkılan bu dil düzenidir.

Yerine gelen de ulusal, özgür, çağdaş bir dil düzenidir. Yani dilin düzeninde bir devrim yapılmıştır.

Bu da anlayışlarda gerçekleşen bir devrim demektir:

-Dil anlayışında bir uyanış, bir bilinçlenme olmuştur. Eskiden “vardır” yerine  “mevcuttur” demeyi, “kullanmak” yerine “istimal etmek” demeyi hüner sayan aydınlar, artık bu yanlış tutumlarını düzeltmişlerdir.

Bugün hiç kimseye “mütekait” sözcüğünü söyletemezsiniz; “emekli” o denli tutunmuştur.

“Seçim” sözcüğü geldikten sonra “intihap”ı kullanmak isteyen kalmamıştır.

“Şölen” adlı lokantalar, “Besin” adlı yiyecek pazarları, “Çarık” adlı kundura mağazaları açılmıştır.

Doğan kız çocuklarına “Başak, Gölge, Yağmur” gibi, oğlan çocuklarına “Anıl, Erdem, Gönen” gibi adlar konulmaktadır.

Bu gelişme, Atatürk’ün dilimizde bir anlayış devrimini gerçekleştirmiş olduğunu gösterir.

İşte dil devrimi dediğimiz büyük olgunun özü bu anlayış değişimidir.

Toplum içinde bu anlayışı benimsememiş olanlar ya da dar bir çerçeve ile sınırlandırmak isteyenler de vardır.

Bu yüzden yeni dil düzeninin sözcükleriyle eski dil düzeninin kimi sözcükleri bir süre daha yan yana görülecektir.

Bunu dil kargaşası diye nitelemek insafsızlık olur.

Zamanın da hakkını kabul etmek gerekir.

Ancak, son kırk, elli yıl içinde yazı dilimizin büyük atılımlarla geniş ölçüde Türkçeleşmiş olduğunu hiç kimse yadsıyamaz.

Şunu da ekleyelim ki dil devrimi dediğimiz dilde düzen devrimi eski yazı dilimiz için gerekiyordu. Halkın konuşma dilinde düzen devrimi söz konusu değildir.

Çünkü o, ulusal kimliğini korumuştur.

Her eylem, bir düşüncenin ürünüdür.

Atatürk’ün birbirinden üstün olan başarılı eylemleri, onun büyük düşünürlüğünden kaynaklanmıştır.

Dil devrimi konusuna da bu açıdan bakmamız gerekir.

Atatürk, gençliğinden beri, ülkeyi ve ulusu, Batı uygarlığı düzeyine yükseltmenin yollarını düşünmüştür Kolağası rütbesini taşıdığı 1907’de bir yabancı türkologla konuşurken, bu uygarlığa girmemizi engelleyen etkenler arasında yazımızı da saymış, günün birinde bütün bunların yoluna gireceğini söylemiştir.

Latin harflerini kabul etme konusunu, 1922’de Garp Cehpesi’nde Halide Edip ve Adnan Adıvar’a da açmıştır.

Ancak, “harp olurken harfle oynamanın sırası olmadığını” daha 1918’de Ruşen Eşref’e söylemiş olmasından anlıyoruz ki bu işi sırası geldiğinde ele alacaktı.

Enver Paşa’nın 1914-1918 arasında orduda uygulamaya başladığı yeni yazının başarı kazanamamış olması da olumsuz bir örnekti.

Atatürk’ün büyüklüğü, gerçekleştirmek istediği bütün yenilikleri, tutarlı bir bütünlük içinde düşünmesi ve bunları zamanlamada olağanüstü bir ustalık göstermesi ile apayrı bir değer taşımaktadır.

Bütün eylemlerinin değişmez niteliği olan bağımsızlık, uluşçuluk, halkçılık ve çağdaşlaşma ilkelerini, birbirine sımsıkı bağlı olan “yazı” ile “dil”de de uygulamasından daha doğal birşey olamazdı. Ancak, yapılacak işleri sıralama ve zamanlama çok önemli idi.

Sırada “yazı”, “dil”den önce geliyordu.

Ama her ikisi için de bir kaynağın kurutulması gerekirdi.

Bu kaynak, Arap yazısına dayanan, Arapça sözcüklerin dilimize girmesinde ve yüzyıllar boyunca yazı dilimizde egemenliğini sürdürmesinde en büyük etken olan medrese idi.

• 3 Mart 1924 günlü yasa ile medreseler kapatılarak, yazı ve dil için büyük bir engel ortadan kaldırıldı.

Dört yıl sonra şu üç eylem birbirini izledi:

• 3 Şubat 1928 günü İstanbul’da Türkçe hutbe okunarak ulusal dile ne denli önem verildiği gösterildi.

• 24 Mayıs 1928’de uluslararası rakamlar kabul edilerek yazıda Batı’ya yönelmenin ilk adımı atıldı.

• 9 Ağustos 1928 günü akşamı, Atatürk, Sarayburnu Parkı’ndaki ünlü konuşması ile yazımızı değiştirmenin gerekliliği üzerinde durdu.

Yeni Türk harflerinin halkı bilgisizlikten kurtaracağını ve ahenkli, zengin dilimizin yeni Türk harfleriyle kendini göstereceğini anlattı.

Bundan sonra birer yıl ara ile şu eylemleri gerçekleştirdi:

• 1929’da okullardan Arapça ve Farsça derslerini kaldırttı.

• 1930’da ünlü sözleriyle, dile ulusal kimliğinin kazandırılması gerektiğini vurguladı.

• 1931’de Türk Tarih Kurumu’nu kurdu.

• 1932’de Halkevleri’ni kurdu.

• Aynı yıl içinde Türk Dil Kurumu’nu kurdu.

Yukarıda söylediğimiz gibi, Atatürk, dili özleştirme çalışmalarını devletin resmi bir örgütü eliyle yürütmeyi uygun görmemiş, en doğru yöntemin, aydınlatıcı ve yol gösterici özel çalışmalarla halkın bilincini geliştirmek olduğunu düşünmüş, ancak çalışmaları devletçe desteklemiştir.

Türk Dili Tetkik Cemiyeti’nin kuruluşunu izleyen 1 Kasım 1932’de Büyük Millet Meclisi’ni açış söylevinde bütün devlet örgütlerinin dil çalışmalarıyla ilgilenmesini istemiş, daha sonra 1934, 1935, 1936, 1937, 1938 yıllarının 1 Kasımı’ndaki açış söylevlerinde Dil Kurumu çalışmalarını anlatmış, övmüştür.

Yaşamının son altı yılında en yoğun uğraşının dil konusu olduğu bir gerçektir.

Ölünceye değin bütün giderlerini hükümetçe karşıladığı Dil Kurumu’nun geleceğini ölüm döşeğinde bile düşünmüş, kendisinden sonra çalışmaların, para sıkıntısı çekilmeden sürdürülebilmesi için, vasiyetnamesiyle sürekli gelir bırakmıştır.

Atatürk dil uzmanı olarak yetişmiş değildi.

Ama eşsiz zekâsı ve ele aldığı konuyu en geniş, en derin boyutlarıyla düşünmede gösterdiği olağanüstülük, başka konularda olduğu gibi, dil konusunda da başarısını bu yüksekliğe çıkardı. Hiçbir zaman “dogma”nın tutsağı olmadı.

Bütün atılımlarında “us”a, “bilim”e değer verdi.

Düşüncelerini en uygun zamanda, en güçlü biçimde eyleme çevirir, en kısa sürede sonuçlandırırdı. Yazı devrimi için beş yılla on beş yıl arasında bir süre kabul edilmesini öneren uzmanlara “Bu iş ya üç ayda olur, ya hiç olmaz” demesi, başarılarının çarpıcı özelliklerinden bir örnektir.

Yeni Türk abecesi hazırlanırken kimi Arapça sözcüklerin doğru yazılıp okunabilmesi için abeceye birkaç harf daha eklenmesini öneren uzmanlara da şu yanıtı vermişti:

- “Lisanımıza karışmış ve fakat atılması meselesi olan yabancı kelimelerin hatırı için Türk alfabesine harfler ilavesini asla münasip görmem.” 

Bilimsel açıdan olduğu kadar ulusal dilin bağımsızlığı yönünden bir anıt niteliği taşıyan bu söz de, biraz önceki sözü gibi, bilginlere yol gösterecek yüceliktedir.

Atatürk, dilimize yeni bir anlayış getirmiştir.

Yeni dil düzeni, bu yeni anlayışın ürünüdür.

Atatürk, ulusun neye susamış olduğunu çok iyi gören insandı.

Biliyordu ki gören uzmanlara da şu yanıtı vermişti:

- “Lisanımıza karışmış ve fakat atılması meselesi olan yabancı kelimelerin hatırı için Türk alfabesine harfler ilavesini asla münasip görmem.”

Bilimsel açıdan olduğu kadar ulusal dilin bağımsızlığı yönünden bir anıt niteliği taşıyan bu söz de, biraz önceki sözü gibi, bilginlere yol gösterecek yüceliktedir.

Atatürk, dilimize yeni bir anlayış getirmiştir.

Yeni dil düzeni, bu yeni anlayışın ürünüdür.

Atatürk, ulusun neye susamış olduğunu çok iyi gören insandı.

Biliyordu ki ulusun gereksinimi ve eğilimi yeni anlayış doğrultusundadır.

Önemli olan, bu isteği biçimlendirmektir.

İşte dili özleştirme akımının gücü buradan geliyor.

Akım artık yolunu bulmuştur. şimdi dili özleştirenler, yalnız belli kuruluşlar ya da belli kişiler değil, ulusal dil bilincine varmış olan toplumumuzdur.

Evet, dilimiz daha önce de sadeleşmeye yönelmişti.

Ama önündeki engelleri aşıp gürül gürül akamıyordu.

1932’den önceki “yüz” yılda özleşme oranı, ancak yüzde 10 olabilmişken 1932’den sonraki “kırk dokuz” yıl içinde on kat hız kazanarak yüzde 50 daha artmıştır.

Bugün dilimiz, en karmaşık konuları, yabancı sözcüklere gereksinme duymadan yazabildiğimiz bir yetkinliğe ulaşmıştır.

Bu övünç verici gelişmeyi Atatürk’e borçluyuz.

Ölümsüz Türk ulusu, kendisine, bütün kurumlarıyla gerçek yaşamın onurunu kazandıran ölümsüz Ata’sını sonsuza dek yüreğinin içinde taşıyacaktır. 

Ömer Asım Aksoy – Türk Dili – Atatürk Özel Sayısı Mayıs 1981, Sayı: 353

https://draft.blogger.com/blog/post/edit/8898214836155523699/9090222220257547834

TÜRKÜM DİYENE

. NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE! Bu sözden neler anlamalıyız? "Ne mutlu Türk'üm diyene!" sözü, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu...