. YAŞASIN 23 NİSAN!
. Yarın 23 Nisan…
Hepimizi
kaynaştıracak ulusal bayramlar zincirinin ilk halkası…
23
Nisan 1920’de ulus, kendi istenciyle egemen olduğunu kanıtlayarak, büyük millet
meclisini topladı.
Ulusal
bayramlar zincirinin ilk halkası…
Öyle
ya, o gün başlayan yolculuk, 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’in ilan edilmesiyle
sonuçlanacak; ardından da toplumsal temelde köklü devrimlere başlanacaktı…
23
Nisan 1920’de ulus, kendi istenciyle egemen olduğunu kanıtlayarak, büyük millet
meclisini topladı.
İş o
noktaya gelmişti ki; artık ne saltanatın dediklerinin önemi vardı, ne halifelik
makamının…
Ulus,
kendisi için idam fermanlarını yazanlara ve buna dinen fetva hazırlayanlara
karşı öyle bir duruş sergiledi ki:
-"Hey, dur
bakalım dur!
Sen kim oluyorsun ki?
Yedi bin yıllık
tarihim var benim…
Köklerimde Oğuzlar,
Bilge Kağanlar, Dede Korkutlar, Sultan Alparslanlar, Fatihler; Kanuniler var
benim!
Dur bakalım dur, çekil
aradan!
Sen kim oluyorsun ki?
Tahtlar, taçlar uğruna
koca bir ulusu tarihin çöplüğüne atamazlar; sen de ona aracı olamazsın. Bana
bunu reva görenler için de diyorum ki ‘İşte ben varım’…
Meydanlardayım.
Ya ölüm, ya kalım
davasıdır artık bu…
Savaşsa ölümüne savaş…
Madem beni tarihten
silmek istiyorsunuz uygarlık, hak, hukuk ve adalet adına; ey emperyalizm,
savaştan başka yolu yok bunun…
Büyük bir hesaplaşma
olmadan, benim tarihsel varlığıma son veremezsin.
Bunu istiyorsan, son
bir hesaplaşmaya da hazır ol!
İşte giydim kefenimi
ortadayım; buyur gel, savaşsa savaş...
Ya bağımsızlık, ya
ölüm!”
Onun
bu haykırışı karşısında, onu o zamana değin küçük görüp aşağılayanların
yapacağı ne vardı ki?
Ancak
ihanet edercesine, ulusun üzerine ordularını sürebilirlerdi.
Sürdüler
de…
Ali
Galipler, Anzavur Ahmetler orada burada kışkırtılan insanların kütleler halinde
çıkardığı iç ayaklanmalar…
Derken
Hilafet Orduları; Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının öldürülmelerinin “dinen
vacip”; yani dinsel bir görev olduğuna ilişkin fermanları…
Bütün
bu kötülükler, yollara döküp, Anadolu’yu kasıp kavurmaya başlamıştı bile…
Kardeşin
kardeşle kavgasına göz yumacak kadar davayı bel altına indirmeyi başarmıştı
emperyalizm…
Binbaşı
Noel bununla yetinmiyor; doğuyu batının üzerine kışkırtarak, iç savaşı daha da
cehennemi bir boyuta ulaştırmak için çırpınıyordu.
Kışkırtıcı
ajanlar, casuslar, işbirlikçiler ve bozguncular sarmıştı her yanı…
Tek
bir hedefleri vardı; meclisi dağıtmak, Mustafa Kemal’i ipte sallandırmak;
ulusun iradesini ortadan kaldırmak…
Ulus,
bir ölüm savaşına girerken, ona tepeden bakanlar onu “sürü” olarak
görüyorlardı.
Ulus
sürüyse, kendilerinin de “çoban” olduğunu düşünüyorlardı.
Kendileri
yoksa başsız ve çaresiz ulusun hiçbir şey yapamayacağını söylüyorlardı.
Ulusun
yanında durmak yurtseverlik, emperyalizmin ateşine odun taşımak ihanetti.
Ancak,
hayır!
Ulus
tarih sahnesinde yerini aldı ve haykırdı:
-"Ben varım,
ben!”
Ve
hiç beklenmedik bir anda ulus şahlandı.
O
artık çağlayandı; bendine sığmayacak kadar büyük bir nehirdi…
Seylap
olmuş, içindeki bütün kötücülleri arındırarak temiz bedeninden, tarih önünde
Misak-ı Milli sınırları içinde yayılıyordu.
Bu
gücün karşısında kimse duracak gibi değildi.
Ulus
tarihin bu kritik evresinde, nice ulusal kahramanları yaratmayı başarmıştı.
Ve
Atatürk de Türk Ulusu’nun bağrından çıkan basit bir birey olarak, bunlardan
yalnızca bir tanesiydi.
Ortam
hazırdı; iklim koşulları oluşmuş ve maya tutmuştu.
Bu
mayayı ve kıvamı yakalayan ulus bıkmadı, korkmadı, çekinmedi, irkilmedi ve yedi
düvelle savaştı.
Ya
yok olacaktı, ya başaracaktı…
Ve
başardı.
Ordusu
için ulus, varını yoğunu ortaya koymuştu:
1922
yılının 9 Eylül'üydü.
O gün
İzmir’e Türk Orduları ve Yüzbaşı Şerafettin, göğsünden çıkardığı kanının
bulaştığı al bayrağı iki arkadaşıyla birlikte (Teğmen Hamdi ve Ali Rıza) İzmir
Hükümet Konağı’na astı.
Yaralı
haliyle O, bayrağına bulaşmış al kanına bakarak şunları söylüyordu:
“Al bayrağıma, kanım bulaşmış. Ağlıyorum. Şimdide gözyaşlarım
bulaşıyor. Öpüyorum, Öpüyorum, Öpüyorum. Ölsek ne gam! İzmir’e ilk ulaşan
bizlerdik ya!”
Sanki
rüzgarın oğullarıydı onlar…
Türk
Ulusu, yedi bin yıllık tarihinden gelen güçle büyük bir rüzgar olmuş;
savurmuştu çocuklarını bağrından çıkarıp o şanlı hedefe doğru.
Ve
rüzgar olup, Anadolu bozkırlarını, o sıcakta, o zor koşullarda dokuz günde
aşarak ve aynı zamanda savaşarak, İzmir’e ulaşmışlardı.
Çünkü,
Gazi Mustafa Kemal Paşa, 30 Ağustos 1922’den sonra, ünlü buyruğunu vermişti:
-“Ordular
ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri!”…
O
ordular; Türkiye Büyük Millet Meclisinin ordularıydı…
O
başkaldırışın başında, meclis bulunuyordu.
Atatürk
bile meclisin buyruğundaydı.
Çünkü
meclis çalanın, çırpanın; millete yalan söyleyenlerin, beyin uyuşturmayı hüner
sayanların yeri değildi ki?
Doruk
Bey vardı örneğin.
Düşman
Sakarya Savaşı’nda Ankara önlerine geldiğinde; Ankara’nın boşaltılmasını
önerenlere;
-“Biz buraya ölmeye geldik!.. Kaçmak da ne?” diyordu.
Ve
Fevzi Paşa düşmanın ölümüne ilerleyişine bakıp tanıyı çoktan koymuştu:
-“İlerleyen
düşman, mezarına geliyor”.
Atatürk
ise Hacianestis’ya sesleniyordu:
-“Hey,
Hacianestis; gel de ordularını kurtar!”
Bugün
kimileri 23 Nisanı küçümsüyor; çarpık çurpuk, kazınmış, artık hallerine
bakmadan.
Varoluşlarının
en büyük nedenlerini yadsımayı demokratlık sayıyorlar.
Nereden
çıktı bunlar; neyi, kimi temsil ediyorlar, anlamak güç.
Derin,
derin tarih yazıyorlar, övünerek…
Batı
Cephesi Komutanı İsmet Paşa’yı, o büyük kalkışmada, vuruşmada, tarihsel
hesaplaşmada saygıyla anmalarını beklemiyoruz artık da; bir tavuk kümesine saklanacak
kadar korkak gösterecek üslup kullanmaktan geri kalmıyorlar.
Hatta
çıktılar; Atatürk’ün 23 Nisan’ı Türk çocuklarına bayram olarak armağan
etmediğine kadar götürdüler iftiralarını…
Himaye-i
Eftal Reisi’ne bağlayıverdiler işi…
Devletin
başında Cumhurbaşkanı ve yürütme erkinin başında Atatürk varken; Çocuk esirgeme
kurumu başkanının böyle bir iradesi nasıl olabilir?
Düşüncesi
varsa da Himaye-i Etfal Cemiyeti başkanının; o günün bayram olmasını sağlayan
kim ey saftirikler?
Benim,
senin, onun; hepimizin ne düşünceleri var.
Biz
düşünüyoruz diye, her düşündüğümüz şeyi gerçekleştirebilecek yetki ve
görevlerimiz mi var?
Tarihe
nasıl bu kadar şaşı bakıyorsunuz; kör oldunuz artık kör!
Siz
kimsiniz, nereden çıktınız; kime hizmet ediyorsunuz; davanız ne?
Ancak,
gerçek değişmiyor ki!
Gerçek
olduğu kadar gerçektir.
Halep
orda ise, Arşın da buradadır.
Yalan,
gerçeğin yüzüne vurulduğunda, o çirkin haliyle ne kadar orada kalabilir ki?
Tek
bir belge koyabildiler mi; Vahdettin’in ulusal mücadeleye yardım ettiğine ilişkin?
Koyamazlar…
Çünkü
yalan üzerine, doğrunun binası yapılamaz…
Güneş
balçıkla sıvanmaz.
O
nedenle diyoruz ki:
Yaşasın
Millet; soylu ve asil Türk Milleti;
Yaşasın
onun tek tecelligahı olan Türkiye Büyük Millet Meclisi;
Yaşasın
Türk Ordusu;
Ve
yaşasın, bütün bunları bize doğuşumuzda, varoluşumuzda, yarınlarımızda tek
önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk…
Yaşasın
Aydınlık Türkiye…
Çok
işimiz var daha, Çok!
. Prof. Dr. Kemal Arı, 22.04.2022
.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder